12 Ocak 2014 Pazar

Ne Uzun Ne Kısa: "Kendini iyi hisset"

Selam.
Bu blog sayfasını açmadan önce yaşadığım farkındalığı tetikleyen, şuradan görebileceğiniz listeden de anlaşılacağı üzere, ekseriyetle film izliyorum. Nesnenin güncelliğini yitirmesi gibi sorunlar ile öznenin hafızada yaşadığı problemler nedeniyle, bu blog açılmadan önce izlediğim her film hakkında bir yazı yazabilmem ne yazık ki mümkün değil elbette. Bunun yerine zaman zaman arşivden bazı filmler çıkaracak, kısa kısa aktarıp "şu böyledir!", "bu şöyledir!" gibi iddialı laflar edeceğim. Bir seri şeklinde, kafamdan uydurduğum bir düzen ve nizama bağlı kalmaya çalışarak farklı tür filmler hakkında yazılar yazmaya çabalayacağım.

Velhasıl bir acayip amaca hizmet edecek olan bu yazı dizisinin ilk bölümüne hoş geldiniz!
Bu bölümde, film bittiğinde izleyicinin kendisini daha iyi hissedebileceği, çoğunlukla küçük dünyalı, naif, el oğlunun sıklıkla Feel Good Movie olarak kategorize etmekte beis görmediği, benim de bu şekilde değerlendireceğim bazı yapıtlar hakkında bir takım zırvalar okuyacaksınız.Tabii ki müziksiz olmaz:


Hazırsanız başlayalım. İşte 2013 yılında izlediğim en güzel "Feel Good" filmlerinden bazıları:



Yeni dönem bağımsız yapımlar arasında en fazla dikkatimi çeken film olan Drinking Buddies, bu yazıdaki tek 2013 yapımı olması bir yana, "film" özelliklerinden ziyade ortada bir senaryo olmaması, yönetmen Joe Swanberg'in olay akışını anlattığı oyuncuların doğaçlamaları eşliğinde bir yerlere varmayı hedeflemiş ve bir noktada bunu başarmış olması sayesinde listede yer almaya hak kazanıyor.

Filmde Olivia Wilde ve Jake Johnson'ın muhteşem kimyası ile daha da anlamlı bir hale gelen Kate-Luke arkadaşlığına, iki karakterin de bir türlü arkadaşlığın ötesindeki duygularını seslendiremiyor olmasından kaynaklanan, dış ve iç etmenler etrafında şekillenen bir kaosa doğru sürüklenmelerine oldukça rahat bir seyir süreci ile tanıklık ediyoruz. 

Arabanın içinde filan uyuyorlar, tam bir kaos.

Wilde ve Jonhson'ın kimyası ve doğaçlama yeteneği (bkz:blackjack sahnesi) ne yazık ki Anna Kendrick ve Ron Livingston'da görülmüyor. Kate ve Luke'un sevgilileri olarak karşımıza çıkan ikili, çoğu noktada filme vites düşürtmek dışında bir etkide bulunamıyor. Oya ki bu iki karakterin yaratıcılığı ile çok daha kalburüstü nitelendirilebilecek bir yapımla karşılaşabilirmişiz, bence yazık olmuş.

Durmak bilmeden tüketilen biralar, kadın-erkek ilişkileri üzerine ortaya attığı sorular ve alışılmışın dışındaki sinema anlayışı ile Drinking Buddies, izledikten sonra bir "film" izlemiş olmanın ağırlığını yaşamaya sebep olmasa da, sunduğu "kesit" ile enteresan bir "tecrübe" olarak akıllarda kalabilir.

Not: Drinking Buddies hakkında aktarabileceğim bir ilginçlik ararken gördüğüm üzere Quentin Tarantino'nun da "Yılın filmleri" listesindeymiş Drinking Buddies. O halde ne diyoruz?







Kendine has üslubuyla belirli bir hayran kitlesi yaratmayı başaran yönetmen Jim Jarmusch'un bir fikirden esinlenerek yazıp yönettiği 2005 yapımı Broken Flowers, yeteneğini ve kalitesini çok uzun yıllardır eksiksiz bir şekilde izleyiciye sunmayı başaran Bill Murray'in kusursuz oyunculuğuyla önce çıkıyor.

Modern "Don Juan" kimliğiyle bütünleşmiş Don Johnston orta yaş, yalnızlık ve aidiyet sorunları ile harmanlanmış bir ruh haline sahip, yıllarını hovardalıkla tüketmiş bir karakter. Yaşama karşı muhteşem bir tepkisizlik savunması geliştirmiş Johnston'ın hayatı aldığı bir mektupla tepe taklak oluyor. Kısa bir araştırma sonrasında 20 yıla yakın bir süredir varlığından bir haber olduğu "oğlunu" ve mektubu yazan kadını bulmak için elinde pembe çiçeklerle, enfes caz şarkıları eşliğinde bilinmeze doğru bir yola çıkıyor.

Elbette yolculuk kısmı Don Johnston'ın yaşadığı içsel yolculuğu sembolize eden bir metafordan fazlası değil. Mektubu yazan kadını ve aradığı soruların yanıtını bulmak için danıştığı eski sevgilileri arasında ise yok yok: Sharon Stone, Tilda Swinton, Julie Delpy...Birbirinden tamamen zıt karakterleri canlandıran ünlü isimlerin oyunculukları filmin Bill Murray odağından bir parça ayrılıp homojen bir sunum yapabilmesine katkı sağlıyor.

Bir parça, dedim çünkü ifadesiz oynama konusunda uzman olmuş Bill Murray, tepkisiz Don Johnston'ı oynarken gerçekten bir kere daha neden Bill Murray olduğunu gösteriyor. Bu yaşayan efsaneden kendinizi mahrum bırakmayın ve sıfıra yakın bir noktadan "baba" figürüne dönüşme hikayesiyle birlikte hafifçe havada bırakılmış, yoruma açık sonu, Jim Jarmusch'un karakteristik sinemasıyla gayet makul bir yapıma dönüşmüş Broken Flowers'a bir şans verin.



2004 yılında "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" filmiyle kazandığı heykelcik ile kendini kanıtlayan Michel Gondry'nin izleyiciyi rüyalar alemine batırıp batırıp çıkardığı La Science Des Reves (The Science of Sleep), listedeki belki de en ünlü yapım. 2006-Fransa yapımı olan film hem yönetmenin şöhreti, hem de yaratıcılıkla dolu işlenişi sayesinde hatırı sayılır bir tanınırlığa sahip zaten. Benim gibi sürekli bu filme denk gelip de izlemeyi ertelemiş olanlar ve bilmeyenler için devam ediyoruz elbette, susacağımı mı sandınız?

Hayal gücü ve yaratıcılıkla anılan filmin baş kahramanı Stephané Miroux, gerçek yaşamın kendisinde yarattığı hayal kırıklıkları nedeniyle rüyalar aleminde, kendi hayalinde canlandırdığı bir dünyada yaşamayı tercih eden, sosyal anlamda sıkıntıları olan, içe kapanık bir genç. Stephané'ın gerçekle fantezinin birbirine girdiği dünyasındaki keşmekeşe tanıklık ederken el yapımı nesnelerin stop-motion animasyonları, karton kutularla yaratılan dehalar ve diğer enfes detaylar eşliğinde biz de yönetmenin hayal dünyasına dalıyor, film bitene kadar da çıkamıyoruz.

Görseller çok iyi demiş miydim?
 

İnanılmaz görseller bir yana, çok düzgün bir kariyer planlamasına sahip, menajerinin elleri öpülesi olan oyuncu Gael Garcia Bernal'in Stephané karakterine tam oturması ve kendisine eşlik eden Charlotte Gainsbourg'un -kendisine uyuz olsam da- Stephanié rolüne pek yakışmış olması, uyku bilimini bir basamak yukarı çıkaran unsurlardan biri. Stephane'ın sosyal normlara uymayan davranışlarından sonra verdiği tepkiler o kadar gerçekçi ve sevimli ki, sadece bu yönden bile tekrar izlenebilir.


Ayrıca Stephané'ın rüyalar alemindeyken tanıklık ettiğimiz monologları ve filmdeki diyaloglar da üstüne konuşulmayı hak ediyor. Hayatın içindeki nokta atışı tespitlerden can acıtan gerçeklere, Stephanié'nin Stephané'a aşk hakkında verdiği derslere kadar tüm konuşmalar gerçekten de bir şeyler söyleyen cinsten.

Her ne kadar gözümde bir Waking Life kadar olamasa da, gerçekle hayalin birbirinden SELOFON ile ayrıldığı (özür dilerim, yapmak zorundayım), tüm detaylarıyla üzerinde çok uğraşıldığı belli olan, bu çabanın karşılığını da izleyiciye aktarmayı başaran bir film "Rüya Bilmecesi". Bir rüya kadar saçma, bir rüya kadar gerçek, bir rüya kadar renkli ve çılgın.

Şimdilik bu kadar. Birçok farklı kategoriden çıkma şansı olan "feel good" filmlerden benim seçtiklerim bu şekilde. Bir sonraki "Ne Uzun Ne Kısa" yazısında görüşmek üzere, bol bol tüylü hayvan sevin.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder