20 Eylül 2014 Cumartesi

The Grand Seduction

Selam. Ben Brandon Gleeson insanını çok seviyorum. Ne bileyim, seviyorum epey. Hangi rolü verseniz öyle bir canlandırıyor ki, hakikaten o karakterin gerçekten var olduğuna inanmak istiyor insan.
 "Braveheart"'daki iri yarı Hamish rolünden beri seviyorum herhalde kendisini. Hem "Gangs of New York" sonrası filan, yani sevimli bir çatlaklık da oluyor rollerinde. "Harry Potter"'da bile en acayip karakterlerden biriydi mesela (Mad Eye Moody). Bakın "The Guard" ile ya da "In Bruges" ile bana attırdığı kahkahalardan falan bahsetmeyeyim şimdi. Menelaus'u da harika oynamıştı bak. Hele en son "Calvary" ile nasıl da güzel şe...

Yahu neyse. 
Bugün de bu ağabeyin başrol oynadığı, önceki yazılarda tanımını yaptığım feel good movie sınıfına birazcık torpille de olsa girmeyi başarabilecek, mizahi yönü epey kuvvetli bir film olan 2013 yapımı "The Grand Secution"'a bakacağız.

 Müzik:



...The Grand Seduction:



Çaresizliğini çıplaklığıyla gizlemeye çalışan filmlerden birini andıran ismini bir kenara bırakırsak, "seyirlik" diye tabir edilen film türünde - yani süresi boyunca izleyiciye keyif veren, sonrasında ise akıllara, kalplere kazınmasa dahi iyi bir şekilde hatırlanan filmler arasında - üst sıralarda kendisine rahatlıkla yer bulabilecek The Grand Seduction, her ne kadar 90'lardaki öncülleri kadar kalifiye ve bütünlüklü bir yapıya sahip değilse de uçup kaçan kahramanlar ile patlayan uzay gemileri arasından sıyrılmayı haydi haydi başarıyor. Nasıl koydum lafı ama ya. Lan az değilim ha. 



Simon ne yapacağız?

Özetleyelim: "Tickle Head", harika bir isme sahip, küçük bir balıkçı kasabasıdır. Tek derdi emeğinin karşılığını aldığını hissettiği bir günün ardından sevdikleriyle bir araya gelebilmek olan insanların yaşadığı bu sevimli kasabada bir süre sonra balıkçılık bir meslek olmaktan çıkar ve böylece halkın büyük bir bölümü yıllar içerisinde yavaş yavaş şehre göç etmek zorunda kalır. Geriye kalan hepi topu 120 kişinin tek şansı ise kasabaya kurulması muhtemel geri dönüşüm fabrikası ve orada bulabilecekleri iş imkanlarıdır. Fakat fabrikanın kurulması için kasabada ikamet eden bir doktorun bulunması gerekmektedir. Artık kasaba halkının tek çaresi bir doktor bulup onu kasabaya yerleşmesi için ikna etmektir. Doktor bulunur bir şekilde. Sıra onu ikna etmektedir. Bunun için de kimi bazı beyaz yalanlar söylemek gerekiyorsa ne yapsınlar artık, söyleyeceklerdir tabii.



Fabl diye bir şey vardı, hatırlar mısınız? Hani güldürürken düşündüren, sonunda ders veren, horozun, papatyanın filan dile geldiği öyküler.Ezop, La Fontaine falan. İşte: The Grand Seduction da bir fabl aslında. İyi ve kötü ile gerçek ile yalanın hudutlarında, almak isteyene güzel mesajlarla dolu, bir yandan kıkır kıkır güldürürken, çaktırmadan huzurunu kaçırıp "ne olacak ama böyle yani, olmaz çocuklar aaa," da dedirten sevimli bir fabl.



Soldan sağa: Baş sorumlu Murray, olanlardan bihaber doktor Paul, Murray'in çılgın yardımcısı Simon.

115 dakikanın sonunda büyük oranda keyifli, bir parça düşünceli, genel anlamda pozitif bir halde kalkıyorsunuz filmin başından. Kimi anlarda çok iyi pozisyonları golle bitiremiyor olmasına ve genel olarak senaryosu açık bulmaya hayli müsait olmasına rağmen yeterince iyi bir alışveriş gerçekleştirmeyi başarıyor The Grand Seduction. Güzel bir 115 dakika geçirmek isteyenlere tavsiye ediyorum. Olur da "yahu evet, ne güzel böyle filmler vardı eskiden," gibi şeyler gelirse aklınıza diye 2-3 tane de eskilerden bırakayım buraya, alan alsın:
Hollywood Doc
Local Hero

Bir yerimden fabl uyduramayacağım için şimdi direk mesaja geçeyim:


İnsanları kandırmak çok kolay, tamam. Fakat kandırmasak daha iyi değil mi? Sizi kandırsalar iyi mi mesela? Değil tabii. Ya da zamanında sizi kandırdılar diye neden siz de daha önce kandırmamış birini kandırarak bu döngüye yeni bir kandırıkçı daha ekleyesiniz ki? Hiç.


Mutlu günler.