26 Mart 2014 Çarşamba

Submarine

Selam. Seçim süreci ve stresi, neredeyse her gün karşımıza çıkan yeni bir ses kaydı, Berkin Elvan, şu, bu derken bir süredir uzak kalmıştık. Hazır biraz sakinleşmişken bir şeyler yazayım dedim.(Gerçi tam bu yazıya başlarken Mehmet Ezer'in haberi geldi, umarım yaşam savaşını kazanır.) Bu hengamede film milm hikaye tabii ama en azından müzik vererek başlayayım artık, kafalar dağılsın:




The IT Crowd'un Maurice'i olarak tanıdığımız Richard Ayoade imzalı Submarine Joe Dunthorne'un aynı isime sahip 2008 çıkışlı romanından uyarlama bir film. Müzikleriyse Arctic Monkeys'in beyni Alex Turner'a ait. Evet, bildiğiniz Alex Turner.

Arctic Monkeys hayranları zaten filmi aramaya gittiler çoktan, biz sinemaseverler olarak devam edelim. Yazının başındaki "seçim stresi"ne nazire edercesine, Submarine baştan sona "öncelikler" ve "tercihler" üzerine kurulu. 15-16 yaşlarında bir gencin hayatın kimi basit, kimi ciddi olgularına dair gözlemlerine, kendi küçük dünyasında yaşadığı şeyleri dramatize ederek, filmin hemen girişinde, bireyin sonsuz evrende kendini "tek" ve "özel" görmesinin gündelik hayatı idame ettirebilme yolunda ne kadar önemli bir algı yarattığına dair kurulan cümleleri desteklercesine, alabildiğine büyütmesine şahit olduğumuz Submarine, her ne kadar günümüzdeki ününe çoğunlukla Alex Turner sayesinde kavuşmuş olsa da kalburüstü sayılabilecek, düşünceye dokunabilen filmlerden biri.



Piyasayı ele geçiren, bilmem kaç yaşından önce, bilmem ne mezuniyetinden önce bekaretinden kurtulmak isteyen dürzü mü dürzü genç hikayeleriyle aynı tabanda yer alıyor gibi görünmesine karşın Richard Ayoade'nin "hipster" bakış açısı, İngiltere'nin iklimi ve karakterlerin türlü falsolarıyla bu handikabı aşmayı başarıyor. Jordana'nın aslında bir bok olmadığı, Oliver'ın anne-babasının Oliver'ın kendi zihninde oynamaktan hoşlandığı piyesin başrol oyuncuları olamayacak kadar falsolu karakterlere sahip kişiler olması, ha keza Oliver'ın da "hata yapabilir" hali göz önüne alınınca filmin derdinin ne olduğunu başka noktalarda aramaya başlıyor insan. 



Oliver, bir yandan anne-babasının evliliğini kurtarma görevini küçük müdahaleler ile sürdürürken bir yandan da Jordana ile olan ilişkisine ailesine sorduğu masum bulmacalar, basit sorular ile çözümler getirmeye çalışıyor. Filmdeki diyaloglarda neredeyse tek bir tane bile içi boş cümle yok; diyaloglar izleyiciye filmin tabiatını gösteren rehberler olarak işlev görüyor.

Komik olmaya çalışmadan gülümsetmeyi başarabilmesi, kimi sahnelerde kahramanın aslında yalnızca bir çocuk olduğunun tüm çıplaklığıyla aksettirilmesi, gayet ağır ve temelinde çok başka sebepler yatan cevapların "Evde yangın çıksa ve yalnızca bir hakkın olsa, kimi kurtarırdın?" gibi alabildiğine basit bir soruyla da alınabileceği gerçeği, İngiltere'ye ait tanımlanamaz melankoli ve karanlık arka planı, Richard Ayoade'nin sürreal geçişleri ve filme nefes aldıran enteresan renk-ışık seçimleri ile basit bir şekilde tanımlama imkanından kurtularak kimliksizleşiyor Submarine. Belki de en büyük artısı bu zaten, "ara" bir film olması.




Britanya'nın yeni genç yetenekleri olarak lanse edilen Craig Roberts ve Yasmin Paige'nin performanslarının da etkisi yadsınamaz tabii. Durumun abesliği yüzünden gülmeyi tutamadığım yerde bile Oliver'ın üzüntüsünü bilerek rahatsız olup toparlanma ihtiyacı duyduysam Craig Roberts iyi oynamış demektir.

Oliver harika bir insan değil, muhtemelen harika bir hayatı da olmayacak. Ancak çevresinden gördüğü kadarıyla yarattığı kendi doğru-yanlış kavramları arasında kendi seçimlerini yapabilecek kadar büyümeyi başarabilmiş bir çocuk. Eh, gayet yeterli değil mi?

P.S: Bu yazı böyle baya kötü biliyorum, bu seferlik kusura bakmayın.




2 Mart 2014 Pazar

Sightseers

Selam. İngiltere'nin yeşille griyi huzursuz bir biçimde birleştiren doğası, çoğunlukla insanın içinin kararmasına neden olsa da aynı zamanda ilginç bir şekilde huzur verici, garip bir yapıda. İzlediğim en değişik korku filmlerinden biri olan Kill List'deki başarısı ile adını duyuran Ben Wheatley'in kara komedisi Sightseers da, İngiltere'nin ikircikli doğasını ziyadesiyle kullanan, izleyiciyi bol bol pastorallik içinde bırakan bir film. Elbette tek "olayı" manzara gösterisi yapmak değil, türlü acayiplikler de mevcut. Huzursuz İngiltere müziği için şöyle buyurun:



Kara komedi ile yol filmleri arasında kendini konumlandıran, ancak bu iki tür üzerinden kimliğini ortaya koyabilecek kadar basit olmayan bir film Sightseers. Alabildiğine sorunlu bir annenin kızı Tina ile geçmişine dair ufak kırıntılar dışında elle tutulur bir bilgiye sahip olamadığımız Chris'in İngiltere'nin göller bölgesine yapacakları karavan yolculuğu, filmin başı itibariyle bu iki problemli karakterin başlarına gelecek türlü sakarlıklar eşliğinde sıcacık bir romantik-komedi vaadinde bulunur gibi yapıyor. Ancak oldukça yalnız ve başarısız olan bu iki karakter her ne kadar birbirini bulduğunda kısa bir süreliğine normallik emareleri gösterip hayata uyum sağlayacak gibi görünse de hikayenin devamında önlerini alamıyoruz, öyle böyle gelişmiyor olaylar, çok acayip gelişiyor. Tövbe estağfurullah şeyler oluyor.



Sıradan insanların uç psikoloji davranışlarını gayet olağan bir öykü üzerine kurmuş olması, Ben Wheatley'in Sightseers'daki en büyük başarısı. Korku ile komedinin dirsek temasında bulunduğuna olan inancını sık sık dile getiren Wheatley, şirin karakterleri ve sıcak bir öyküyü kırmızıya boyamada hiç tereddüt etmiyor. Henüz ilk yarım saatlik dilimde, cesetler birikmeye başlıyor. Demiştim olaylar karışıyor diye.


Chris'in belirli bir katil içgüdüsü ve öldürme düzeni varken Tina tamamen bağımsız bir noktada, "Masum insanların bu şekilde kolayca öldürülebileceğini düşünmemiştim daha önce," sözleriyle açıkladığı, rahat bir tavrı var. Varoluşsal sorunlarını bir erkeğin varlığı üzerinden gidermeye çalışan kadının ani karakter ve huy değişimleri, Tina'da da vuku bulmakta gecikmiyor. Hatta Chris'in davranışlarına Tina ile birlikte şaşırmaya başlayan seyirci, bir süre sonra Chris'in alışageldik bir başarısızlık öyküsü olduğunu soğuk kanlı bir katil olduğunu kabullenip, Tina'daki değişimi sorgulamaya başlıyor.


Tina eksenine kayıldığında da ortaya çıkan yeni durum kadın-erkek ilişkisindeki mücadele olarak cereyan ediyor. Tina'nın Chris'le yaşadığı her anlaşmazlık, her kriz, bir başkasının ölümüne neden oluyor. Filmin öngörülebilir sonunda bile bu alışkanlıktan vazgeçilmemiş ve bu biraz can sıkıyor aslında. 

Her ne kadar çok benzetilebilir dursa da, Chris ve Tina'nın karikatürizelikten uzak kimlikleri sayesinde Sightseers bir Natural Born Killers olmaktan kurtarıyor kendisini. Yazının başındaki pastoral anlatım yaklaşımı ve basit sakarlıklardan tutun da kahkahalarla güldüğüm "Murder is green?!" tartışmasına varan boyutlardaki dengeli mizah unsuru da birleşince, klasmanlararası bir noktaya yerleşiyor Sightseers. Bir de özellikle "darbe" seslerindeki gerçeklik ve rahatsız edicilik, müthiş bir kontrast yaratmış. Filmin en etkileyici özelliklerinden biri de kesinlikle bu.


Derinlemesine analizler yapmak da mümkün elbette. Fakat Wheatley'nin kalıpların dışında bir güldürü yapma isteği ve filmin işlenişi, bu analizlere kafa patlatma isteğini baltalıyor zaten. Pasif annenin davranışları, türlü eksiklikleri evcil hayvanlarla giderme, kıskançlık ile ortaya çıkan, başkasının kimliğini yaşama dürtüsü..vs vs diye birçok alt başlık üzerinden türlü geyiklere girilebilir, ancak böyle bir ilgiye gerek olduğunu düşünmüyorum ben.

Çizdiği yol itibariyle insanı şaşırtan, sonrasında yarı eğlenceli, yarı rahatsız edici bir kimliğe bürünen, nereden bakarsanız bakın enteresan bir film Sightseers. Kesinlikle çok daha iyi olabilirmiş, yine de her halükarda izlenilmesi gereken, farklılığıyla ön plana çıkan bir yapım.

Köpeğiniz varsa ve örgü örmekten hoşlanıyorsanız tığlarınızı nereye koyduğunuza dikkat edin, diyor, mutlu günler diliyorum.