22 Kasım 2016 Salı

Arrival

Selam. Oscar ödülleri yaklaşırken vizyon yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Kendi adıma söylemek gerekirse en çok filmi bu dönemde gözden kaçırıyorum. Arada birçok kaliteli yapım sessiz sedasız gelip geçiyor. Doğrusu Arrival için de aynı şey olmasına ramak kalmıştı ama hediye bilet değerlendirelim derken cevheve denk geldik!

Her zamanki gibi bu yazı da müziksiz kalmasın:


Sicario, çok beğenip öve öve bitiremediğim The Enemy ve Incendies gibi filmlerin yönetmeni, Blade Runner II ile ileride kendisinden öyle veya böyle oldukça söz ettirecek Denis Villeneuve'un yönettiği, Amy Adams ve oscar lanetli Forest Whitaker gibi isimlerin yer aldığı Arrival, bu yılın belki de en iyi "dünya dışı varlık ile iletişim" filmi.



Yazının hemen başında filmi belirli bir şekilde tanımlamak istememin ise önemli bir nedeni var. Çünkü yanlış bir sınıfa yerleştirdiğiniz anda Arrival'ın tüm büyüsü bir anda yok olabilir. Vizyona girmeden önce, yıl içerisinde ancak Marvel filmlerinin başarabildiği kadar büyük bir heyecan yaratması, çoğu yerde çok yüksek puanlarla değerlendirilmesi derken Arrival epey büyük bir gazla girdi vizyona ama karşımızda yeni bir Interstellar, yeni bir 2001: A Space Odyssey yok tabii ki. Peki ne var? Bakalım.

Arrival, dünya dışı varlık olgusunu yepyeni bir açıdan ele alıyor ve olur da bir gün uzaylılar tarafından ziyaret edilirsek (en azından alenen diyelim, komplo teorisyenleri üzülmesin) onlarla nasıl iletişim kuracağımız üzerinde duruyor. Özetleyecek olursak dilbilimci Dr.Louise, dünyanın 12 farklı bölgesine aynı anda inip öylece duran uzay gemilerinden Amerika topraklarındaki ile iletişim kurmak üzere ordu tarafından göreve getirilmesiyle birlikte astrofizik-matematikçi Ian Donnelly ile beraber uzaylıları anlamak ve kendilerini onlara anlatmak üzere çalışmalara başlarlar ve olaylar gelişir, diyebiliriz.


Çağlar boyunca geliştirdiğimiz iletişim modelinden tamamen bağımsız bir iletişim kültürüne sahip bir varlık ile nasıl anlaşılabilir? Kabul, eldeki tüm silahları doğrultarak evrensel bir iletişim yolunun önünü açabiliriz elbette ama gerçekten iletişim kurmak için ne yapmalı? İşte bunun üzerinde yoğunlaşıyor Arrival ve bu sayede belki de Contact'ten beri izlemediğimiz güzellikte bir film çıkıyor ortaya.

İnsanın düşüncelerinin dil üzerinden şekillendiği fikrini ortaya atan Sapir-Whorf hipotezi ve dilsel görecelik gibi kavramlar etrafında şekillenen Arrival'ın en önemli yanı ise her ne kadar konusunu ele alış biçimi olarak hayli özgün olsa da, yalnızca bu fikir üzerinden ilerlememesi. 12 uzay gemisinin dünyaya inmesinin ardındaki sır perdesi aralandıkça bilim-kurgu severlerin de cazibesine kapılacağı bir başka durum da açığa çıkıyor.


Amy Adams'ın adını giderek daha çok duymaya başlamamız bir tesadüf değil. Bulunduğu her projede bir şekilde parlamayı başaran ve kendinden söz ettiren Adams, Arrival'da da iyi bir performans sergiliyor. Marvel evreninin Legolas'ı olarak tanıdığımız Jeremy Renner da kendisine eşlik ediyor. Adams altın heykelciklere göz kırpabilecek mi bilinmez ama Arrival'ı kendisiyle hatırlayacağımız kesin.

Bir yandan dünya hükümetlerinin alarm halinde, ellerindeki tüm askeri gücü kullanmaya hazır halde ve tetikte bekleyişi, bir yandan Dr.Louise'in iletişim kurba çabası ve bir yandan da zaman ve düşüncenin göreliliği derken ipin ucu kaçabilir, yine de sonradan üzerine biraz düşününce taşlar yerine oturuyor.

Bu yıl içerisinde izlediğim en iyi...Hakkında yarım saat konuşurum ana nedense bir türe oturtasım gelmiyor. O nedenle çok uzatmadan uzay, dünya dışı varlıklar, dil, zaman yolculuğu ve algı gibi kavramlardan en az bir tanesine ilgi duyan herkese önererek kapatayım. Aldığı çok yüksek puanlara da -en azından şimdilik- çok itibar etmeyin (yani biraz edin tabii de, o kadar da değil), son dönemde uzay filmi dendi mi herkes Gravity, Interstellar gibi şeyler görmek istiyor ama Arrival'ın bu filmlerle hiç ilgisi yok. İlle de bir şeylere benzeteceksek Contact ve Independence Day gibi filmler Arrival'ın çok daha yakın olduğu filmler.

Mutlu günler!

5 Kasım 2016 Cumartesi

Hunt for the Wilderpeople

Selam. Kusursuz film What We Do in the Shadows 'da hem eş-yönetmen hem de başrol oyuncularından biri olarak tanıyıp sevdiğim Yeni Zelanda'lı harika insan Taika Waititi, bağımsız sinema açısından bir parça kısır geçen 2016 senesini şenlendirmeye karar vermiş olacak ki nefis bir filmle bizlere selam ediyor. Artık kendisi her ne kadar Thor:Ragnarök gibi gişeyi dağıtacak filmlerin yönetmenliğine kadar yükselmiş bir figür olsa da, içindeki mizah duygusunu ve amatör samimiyetini kaybetmemiş gibi görünüyor. Umarım uzun yıllar da kaybetmez.

Moniker'ın hazırladığı OST çok güzel olduğu için başka bir müzik paylaşmak içimden gelmedi:


İşte son Waititi bebişliği Hunt for the Wilderpeople!


 İyi hissetmek artık pek kolay ya da ucuz bir şey değil. Hatta gittikçe daha da lüks bir hale geliyor. Bu nedenle de insana kendini iyi hissettirebilen şeylerin kıymeti de giderek artıyor. Böyle bir lükse kavuşmanın en kolay yollarından bir tanesi ise şüphesiz iyi bir film izlemek. Bu noktada Hunt for the Wilderpeople için gönül rahatlığıyla 2016'nın en kıymetli işlerinden biri, diyebilirim. Çünkü 101 dakikanın sonunda kendini 101 dakika öncesine göre daha iyi hissetmeyen biri var mıdır, pek sanmıyorum.

Zor bir çocukluk geçirmekte olan ve aslında hali hazırda pek de kolay bir çocuk olmayan Ricky Baker'ı evlat edindirme çabası ile başlayan film, kısa süre içerisinde bir kaçma-kovalama öyküsüne dönüşse bile çok ciddi olaylar ve yansımaları, Ricky ve Hec'in alabildiğine basit tutumu ve samimi arkadaşlığı sayesinde masalsı, başka bir evrene ait gerçeklermiş gibi görünmeye başlıyor. Yeni Zelanda'nın haksızlık derecesinde mükemmel olan coğrafyası bu masalsılığa büyük ölçüde katkıda bulunuyor tabii bulunmasına ama övgülerin çoğu Ricky ve Hec'in neredeyse karikatürize karakterlerinin samimiyetine gitmeli.

Keşke bizim de böyle bir teyzemiz olsa
Dünyada işine bağlılık noktasında eşi benzeri bulunamayacak bir sosyal hizmetler görevlisi liderliğinde yürütülen insan avı ilerledikçe, filmin eteğindeki taşlar da dökülmeye başlıyor. Çok ağır ve alabildiğine gerçek dertleri olan Waititi'nin kendine yüklediği sorumluluğun altında hiç ezilmeden böyle mizahi bir ton tutturarak derdini anlatmayı başarmış olması ise kendisinden beklentimin giderek artmasına neden oluyor. Hele kendisine kıyak geçtiği bir kilise sahnesi var ki, neyse demiyorum bir şey.

Çok da uzatmayayım. Tupac'den Yüzüklerin Efendisi'ne, Hayvan Çiftliği'nden Soğuk Savaş dönemine, Terminator'a ve daha birçoklarına göndermeler, harika müzikler (gerçekten Moniker'in soundtrack albümüne mutlaka göz atın) ve şapşik Yeni Zelanda aksanı bonuslarıyla iyice gönlümü çelen Hunt for the Wilderpeople'ı film seyretmekten hoşlanan herkese gözü kapalı öneriyorum. Öyle dünyanın en filmi filan değil elbette ama izlemezseniz kesinlikle çok şey kaybedersiniz. Ha, tatlı tatlı gözleriniz dolarsa karışmam ama, söyleyeyim.

SHIT! JUST ! GOT ! REAL!' ahahah

Mutlu günler!