22 Ocak 2015 Perşembe

2014 - 2. Bölüm

Selam. 2014 yılı içerisinde izlediğim 147 filmin arasından en beğendiklerimi öve öve bitiremeyeceğim yazı dizisinin bu bölümünde ilk bölüme oranla daha düşük profile sahip, kapanın elinde kalan filmlerden bahsetmeye çalışacağım. Sağda solda denk geldiğiniz "en iyi" listelerinde isimleri geçmiyor olabilir, ancak bu onların iyi filmler olmadığı anlamına gelmiyor elbette.

Bu yazının müziği de böyle olsun:



THE HOMESMAN


Tommy Lee Jones'un hem yazıp (roman uyarlaması dahi olsa), hem yönetip, hem de başrolünü Hilary Swank ile paylaştığı "The Homesman", usta oyuncunun yine kendisinin yönettiği "The Three Burials of Melquiades Estrada" kadar vurucu olmasa da, hem oyunculuk performansı, hem de western draması hasretimi ziyadesiyle gidermesi açısından geçtiğimiz yılın gizli hazinelerinden biri. 

Hilary Swank'ın Oscar adaylığına göz kırpan performansı ve Tommy Lee Jones'un ufak detaylarla hikayeyi neredeyse doğa üstü bir hale getirmesi takdire şayandı. Dönemin yaşantısını sürekli patlayan silahlardan ziyade toplumsal algıları ön plana çıkararak gözler önüne sermesi ile Tommy Lee Jones'un modern western türünü tanımlayan en önemli insanlardan biri olduğu artık su götürmez bir gerçek.

Bu senenin değil belki ama olur da "The Homesman"'i izler ve beğenirseniz, aynı atmosferde olan "Meek's Cutoff"'u da şiddetle tavsiye ederim.


A MOST WANTED MAN


2014 yılında kaybettiğimiz usta aktörlerden biri olan Philip Seymour Hoffman'ın beyaz perdedeki son gösterisi. Birkaç yıl önceki "Tinker, Tailor, Soldier, Spy" gibi, ajan filmlerinin illa ki "blockbuster" klişelerinden ibaret, takla atan araçlar ve susturuculu silahlardan ibaret olmak zorunda olmadığının çok iyi bir kanıtı olan filmde Hoffman'a Rachel McAdams ve Willem Dafoe eşlik ediyor. Her ne kadar Hoffman özelinden çıkıp filmin hikayesini ve kurgusunu da başarılı bulduğumu anlatmak istesem de pek de bir şey diyesi gelmiyor insanın aslında.

Hiç değilse, kendi yöntemlerine sahip, hafif kafadan çatlak ama gerçek bir dahiyi oynamadaki ustalığını bir kez daha bizlere gösteren Philip Seymour Hoffman'ın anısına izlenmesi gereken bir film "A Most Wanted Man". 


FORCE MAJEURE


İşte 2014 içerisinde izlediğim en acayip filmlerden biri! Gerçekten de Roben Östlund'u bu sıradışı draması, insanın "can havliyle" dediğimiz dürtülerle nasıl da bencil düşünüp hareket edebildiğini gayet basit bir şekilde gözler önüne seriyor. 

Alpler'e kayak yapmaya giden mutlu ve zengin bir aile, materyalist mutluluklarla gayet sevimli bir aile tablosu çizerken bir akşam yemeği sırasında uzaklardan düşmeye başlayan bir çığ ile biraz sarsılmaya başlıyor. Bir anda olup biten bu afet sonrasında ise "ailenin reisi", eşine ve çocuklarına tekrar güven aşılamak için deliler gibi çırpınmaya başlıyor.

Oldukça sıradışı ve epey trajikomik bir drama. Bir yerlerde denk gelirseniz kaçırmayın.

CALVARY


Brendan Gleeson'a hayranlığımı sık sık dile getiriyorum sağda solda. Bana kalırsa tür gözetmeksizin, rol aldığı her yapıma bir şekilde imzasını atmayı başaran nadir oyunculardan biri kendisi. "The Guard" ile yönetmenlik macerasına enfes bir şekilde girip bizleri kahkahalara boğan John Micheal McDonagh ile de bu filmden beri süregelen iyi bir ilişkileri var. 

Fakat gözlerimden yaşlar akarak izlediğim "The Guard"'a oranla çok daha ciddi bir film Calvary. Bir günah çıkarma seansı esnasında aldığı ölüm tehdidi sonrasında yaşamını oturttuğu tüm temelleri sarsılan bir rahibin, tehdidin gerçekleşeceği belirtilen bir sonraki Pazar ayini sonrasına kadar yaşadığı süreçteki psikolojik yıkımı-evrimi üzerine kurulmuş bu hafif agnostik özellikler taşıyan hikaye, hiçbir aşamada kolaya kaçmadan, basit numaralar kullanmadan, Gleeson'ın kalbur üstü performansıyla beraber harika bir şekilde işlenmiş.

Yerinde mizahı, sorgulatan diyalogları, sağlam finali ve yoğun yalnızlık duygusuyla Calvary bu senenin en güzel, en kıyıda köşede kalmış filmlerinden biri.

"Killing a priest on Sunday...That'll be good one."

Bu seferlik de bu kadar. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, mutlu günler.



16 Ocak 2015 Cuma

Leviathan

Selam. Bugün sizlere ülkemizde yeni (bugün) gösterime girmiş olan "Leviathan" filmini öveceğim. Rus sineması fobiniz yoktur umarım. 

Müzik: 




 Andrey Zvyagintsev'in son şaheseri Leviathan


Son dönem Rus sinemasının en önemli isimlerinden biri Andrey Zvyagintsev. Özellikle filmografisindeki Dönüş ve Sürgün gibi iki şaheser bulunduran yönetmenin son filmi Leviathan, bu sene büyük bir bölümü fiyasko olan 87. Oscar Ödülleri Adayları arasına girmesiyle en azından amorti umuduyla bir parça da olsa bizleri keyiflendirdi. 

17. yüzyılın en büyük siyaset felsefecilerinden olan Thomas Hobbes tarafından kaleme alınmış Leviathan, sözcük anlamı itibariyle İncil'de tasvir edilmiş bir dev bir deniz canavarını tanımlıyor. Hobbes'un eserinde ise bu canavar kitleleri kontrol altına alan, denetleyen ve dilediği gibi yöneten bir mekanizma olarak işlediğini gördüğü devlet yapısı olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların birlikte yaşamalarını sağlayan ancak bu birliktelik sayesinde de onları köleleştirip erkin kontrolü altına alan bir sistem. Uzatmaya gerek yok, az çok herkes biliyor devletin ne olduğunu.

İç sıkılması. Türlü daralmalar.

Leviathan'ın alt metnini doğrudan kabul edip anlamak, Zvyagintsev'in bakış açısını da doğru değerlendirmek için oldukça önemli. Sözcüğün iki karşılığı da filmde karşımıza oldukça etkin ve güçlü bir şekilde çıkıyor. 

Devletin el koymak istediği bir arsanın üzerine kendi çabalarıyla diktikleri evleri için mücadele eden bir ailenin yaşamına odaklanan Zvyagintsev, bireyin sırtını yaslama eğiliminde olduğu tüm değerleri bir bir yıkarak seyirciye oldukça karamsar bir ana fikir sunuyor.

"Ben avukatım, ben gerçeklere inanırım," cümlesini sık sık yineleyen Dmitriy ve filmin hemen başındaki trafik polisinin yaşamı üzerine Nikolay ile kurdukları diyalog ile başlayan bu yıkım süreci, nihayetinde bireyin erkin güç karşısındaki yıkımıyla nihayete kavuşuyor.

Kime güvenebilirsiniz? Dostlarınıza mı? Sevdiğinize mi? Devlete mi? O işi bir geçelim isterseniz, diyor Leviathan.

Rus dediğin insanın ekmeği suyu vodka tabii. Nazdarovya!

Çok kapsamlı ve ciddi bir metafor ile yola çıkarak yarı yolda daha farklı bir tercih ile güven duygusunun sorgusuna geçen Leviathan'ın en büyük gücü de güvensizlik üzerine kurduğu yalnızlığı müthiş yansıtması ve hissettirmesi. Din, devlet ve aile arasında sıkışmış kalmış bir insanın aslen ne kadar kırılgan ve güçsüz olduğunu enfes bir şekilde göstermesi belki de.

Açılış ve kapanış sahnelerinde kayalara vuran dalgalara yer verip her iki sahnedeki küçük ama önemli birer detay ile imzasını da atmayı ihmal etmeyen Zvyagintsev, "Elena" ile kariyerinin en özelliksiz işine imza atıp düşüşe geçmiş olsa da Leviathan sayesinde yine ne kadar önemli bir sinemacı olduğunu göstermiş oldu.

Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu ile damgasını vurduğu Cannes'dan da boş dönmemiş olan Leviathan, topladığı ve toplayacağı ödüllerle daha bir süre adından söz ettirecek belli ki. O yüzden iyisi mi kendinize bir iyilik yapın ve bu hafta sonu Leviathan filmine gidin. Ve elbette çıkışta içinizdeki sebepsiz(!) vodka içme isteğini bastıramayacak hale gelirseniz bana da haber vermeyi unutmayın! Mutlu günler.







10 Ocak 2015 Cumartesi

2014 - 1. Bölüm

Selam. Kendimce 2014 yılı içerisinde izlediğim filmler arasından en çok beğendiklerimi sıralayacağım bu yazıda (ve devam yazısında) çeşit çeşit bir sürü film öveceğim. Hazır kutup soğukları yaşıyorken kurulun kanepenize, sinemanın büyülü düny...Neyse müziğe geçelim:




Herhangi bir sıralama ya da kıyaslama yapmadan, beğendiğim filmleri karışık bir şekilde yazıyorum. Mümkün mertebe genele hitap edebilecek şeyleri seçmeye çalışsam da bir sonraki yazıda daha abuk filmlerle de karşılaşabilirsiniz, şimdiden uyarayım.
İşte dünyanın nefesini tutup beklediği liste: 


THE LEGO MOVIE



Bu senenin açık ara en harika animasyon filmi olan "The Lego Movie" ile açılışı yapmış olalım. "How to Train Your Dragon 2"'nin ilk filmin gölgesinde kalması bir yana, lego dünyasında geçen bu enfes filmin kendi alanında liderlik koltuğuna oturması için herhangi bir dış faktörü hesaba katmaya hiç gerek yok aslında. Barındırdığı onlarca göndermeden mükemmel seslendirmelerine, "Everything is Awesome" gibi inanılmaz (en azından bu şarkıyı bir dinleyin derim, zaten sonra illa ki filme de bakmak isteyeceksiniz!) bir şarkının ortaya çıkmasını sağlamasından küçük büyük herkese hitap eden zeki hikayesine ve elbette peş peşe patlayan mükemmel esprileriyle gerçekten de kusursuz bir filmdi "The Lego Movie" ve hemen herkes için yılın en büyük sürprizlerinden biriydi. İzlemediyseniz çok şey kaçırıyor olduğunuzu ekleyip sıradaki filme geçelim.

SNOWPIERCER



Daha evvel de uzun uzadıya övdüğüm Snowpiercer, bu senenin en kıyıda köşede kalan filmlerinden biri oldu ne yazık ki. İnsan eliyle dünyanın canına tükürülmesi sonrası insanlığın varlığını sürdürme çabaları temeline oturtulan "post-apokaliptik" filmler kategorisinde rahatlıkla çok üst basamaklara çıkan Snowpiercer, biraz da dışarıdan fazla kurgu görünen konusu sebebiyle her ne kadar oldukça popüler bir oyuncu kadrosuna sahip olsa da beklenen ilgiyi pek göremedi. Bu nedendir ki bulduğum her fırsatta cayır cayır Snowpiercer övmekten kati surette vazgeçmeyeceğim. Ortalama sinema izleyicisinin kimi türlere karşı mesafeli durması konusunu da bilahare tartışırız. Saçmalık müdürüm affedersin.

Akıcı öyküsü, mükemmel oyuncu seçimleri, daha da mükemmel sistem eleştirisi ile bu yılın en oturaklı, en ciddi işlerinden biri Snowpiercer. Alkışlar Joon-ho Bong ve ekibine gidiyor efendim. 

 
BOYHOOD


Eğer bu listeyi "top 10" gibi bir düzende hazırlıyor olsaydım, bu yılın hiç şüphesiz en fantastik işlerinden biri olan Boyhood muhtemelen liderliği zorlayacaktı. Aynı oyuncu kadrosuyla 12 (on iki) yıl boyunca aralıklı bir şekilde yapılan çekimlerle bir çocuğun çocukluk çağında yaşadığı her şeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Daha bir şey söylemeye gerek yok gibi aslında, değil mi?

Elbette bu 12 yıl içerisinde değişip evrilen siyasi rejim, teknoloji ve sosyo-kültürel alışkanlıklar da, sinemanın en özgün ve cesur yönetmenlerinden biri olan Richard Linklater'ın dikkatinden kaçmamış ve film içerisinde bu konuda da birçok gönderme mevcut. İstisnasız her insanın kendi yaşantısından bir şeyler bulabileceği, her şeyiyle kendine has bir dram ve daha çok uzun yıllar boyunca övülecek bir film.

Ara sıra komşunun çocuğuyla karşılaşırsınız hani. Her karşılaştığınızda o çocuk bambaşka gelir gözünüze. "Zaman ne çabuk geçiyor," dersiniz. Yahu. Hakikaten. Çok acayip be.


LOCKE



Yine yıl içerisinde ölçüsüz bir şekilde övdüğüm bir film. Tom Hardy'nin önlenemez yükselişinin son meyvelerinden olan Locke, "tek mekan" filmleri içerisinde önemli bir konuma sahip, izleyici ile karakteri bütünleştiren bir film. Duygusal yoğunluğu bir yana, bu bütünleştirmenin yarattığı empati ile izleyiciye düşündürdükleriyle hakikaten çok başka bir iş.

Bireyi etkileyen tüm unsurlar, sorumluluklar-kararlar ve hatalar çerçevesinden kişinin hayatına şekil veren her şey, 85 dakika süren bir araba yolculuğu esnasında tek bir oyuncu ile mükemmele yakın bir şekilde anlatılıyor. Daha da fazlası için yukarıdaki bağlantıya bakabilirsiniz. Kaçırmayınız.

THE GRAND BUDAPEST HOTEL 



Galiba kusursuz. Wes Anderson sinemasına bir parça hakim olan herkesin yıl içerisinde merakla bekleyip, izledikten sonra da fütursuzca sağda solda övdüğü The Grand Budapest Hotel gerçekten de tüm övgüleri hakediyor.

Kendi masalsı dünyasına izleyiciyi çekmeyi ve "hapsetmeyi" çok çok iyi başaran Wes Anderson'ın artık marka haline gelmiş planları, çekim teknikleri ve müthiş renk paleti bir yana, sinema tarihine Mösyö Gustave gibi unutulmaz bir karakter kazandırmış olması dahi "The Grand Budapest Hotel"'i çok özel kılmaya yetiyor. 


Hayali bir Avrupa'da, karikatürize edilmiş enfes karakterler arasında yaşanan bir kaçma-kovalama hikayesi aktaran filmin tek ve en önemli kusuru süresi olsa gerek. Zira ilk on dakikadan sonra film hiç bitmesin istiyorsunuz ancak bu mükemmel serüven yalnızca 100 dakika sürüyor. Yıl boyunca sanırım yalnızca bu filmi izlerken "YHAA BİTMESİİİİİN :(" dedim. Daha nasıl öveyim bilmiyorum. Yine de daha detaylı inceleme için şöyle buyurabilirsiniz.

Çok uzatmamak ve dağılmamak için burada bir ara veriyorum. Yazının ikinci ve muhtemelen üçüncü bölümü de kısa süre içerisinde buralarda olur(umarım). Mutlu günler.