7 Haziran 2014 Cumartesi

The Grand Budapest Hotel

Selam. Bugün adına ayrı bir yazı yazılabilecek, sinemanın kendine has bir üsluba sahip yönetmenlerinden Wes Anderson'ın geçen haftaya kadar ülkemizde de birçok salonda oynamış olan - ve ne yazık ki yalnızca 88 bin izleyiciye ulaşabilmiş - son filmi "The Grand Budapest Hotel"'e göz atacağız. 

Mösyö Gustave karakterine ithaf edeceğim şöyle bir müzik seçtim bu sefer:



Afişteki kadroyu görmek yetiyor aslında ama yine de bir şey karalayalım:


Wes Anderson kamera kullanımı, planları, renk ve ışık seçimleri ile alamet-i farikası olarak görülebilecek ilginç dünyalar yaratmakta usta bir isim. The Grand Budapest Hotel de bu özelliğine bir istisna oluşturmuyor. Henüz ilk karesinden bir Wes Anderson filmi izlemekte olduğunuzu anlıyor, kendinizi ona göre ayarlıyorsunuz. Yerinde tutamadığı kamerasıyla, aşırı simetrik planlar ve pastel tonlarla yarattığı dünyasında birbirinden farklı ve fantastik hikayeler anlatmakta artık bir marka haline gelmiş olan Wes Anderson bu defa ünlü yazar Stefan Zweig'in eserlerinden yola çıkarak izleyiciyi 20. yüzyılın başlarında, iki büyük savaşın arasına, Büyük Budapeşte Oteli'nde rüya gibi bir tatile götürüyor. Fakat ne yazık ki her müthiş rüya gibi, bu rüya da oldukça kısa sürmeye mahkum olmuş.

Wes Anderson ile ilgili en sevdiğim şey kendine ait tek bir dünya yaratmış olması. Her filmi sanki kendi yarattığı dünyanın farklı bir köşesinde gerçekleşenleri perdeye yansıtıyor. Bu açıdan bilindik hiçbir yönetmene benzemiyor ve haliyle günümüz sineması için çok farklı bir noktada duruyor.

Wes Anderson tanıtımına oldukça meyilli bir yazı olduğunu fark ediyor ve The Grand Budapest Hotel'e geçiyorum artık, olmayacak yoksa.

Sinemanın unutulmaz karakterlerinden biri oldun Mösyö Gustave.

Ralph Fiennes'in enfes bir oyunculukla hayat verdiği, tüm oteli çekip çeviren, müşterilerin sevgilisi konsiyerj Mösyö Gustave ve otele yeni giren "belboy" Zero'nun tanışıklığı ile başlayan hikaye, oldukça yaşlı hanım bir misafirin Mösyö Gustave'a paha biçilemez bir eseri miras bırakması ve ikilinin bu mirastan pay almak isteyen aile fertlerinden yakayı sıyırmaya çalışarak Gustave'a kalan mirası elde etmeye çalışmaları ile devam ediyor.

Temiz, saf kişilerle çıkarcı ve suça yaktın kişilerin çatışması gibi görünen ve karakterler üzerinden de bu izlenimi pekiştiren filmin aslında bu açıdan diğer Wes Anderson filmlerinden ayrıldığını belirtmek gerek. Willem Defoe'nun hayat verdiği Jopling düpedüz "pis işler müdürü" bir karakter örneğin ve bir Wes Anderson filminde böyle bir karakterle karşılaşmak sürpriz olmadı desem yalan olur.

Adrian Brody'nin bıyıkları ve Defoe'nun "Punisher"'a benzeyen çok acayip kafatası.

Hayali bir Avrupa'nın hayal ürünü şehirleri ve coğrafyalarında geçen bir kaçma-kovalamaca hikayesine dönüşen filmin dinamizmine kapılmamak mümkün değil. Naiflik ile gerginliği aynı anda, aynı ölçüde vermeyi başaran filmin henüz 15. dakikasında bu dünyadan soyutlanmış, Wes Anderson'ın kafasında kurduğu bir dünyaya dalmış, heyecanla ve merakla olan biteni izliyor oluyorsunuz. 

Bu noktada Stefan Zweig'in yaşamı hakkında bir şeyler bilmek belki de The Grand Budapest Hotel'in değerini arttıran bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Militarist ve nasyonel-sosyalist dönemlerin ardından içinde bulunduğu dünyanın kötülüğüne daha fazla tahammül edemeyerek intihar eden Stefan Zweig'in varlığı özellikle yaklaşmakta olan savaşa işaret eden sahnelerde karşımıza çıksa da filmin aslında bu savaşla zerre ilgilenmiyor oluşu (gazete sahnesini hatırlayın) özünde umuda yakın bir his ihtiva ediyor oluşu belki de Stefan Zwieg'e saygı duruşu olarak yorumlanmalıdır, bilemiyoruz tabii.

Jude Law gibi kelleşmek istiyorum mümkünse. Ayarlayın bunları.

The Grand Budapest Hotel'in en büyük handikabı ise demin bahsettiğim "kendi dünyasına sizi dahil etme" noktasında ortaya çıkıyor. Şöyle ki; film çok kısa. Baya çok kısa. 100 dakikalık süresi açık söyleyeyim kimseye yetmemiştir, ya da yetmeyecektir. Bu kadar enfes karakterler, bu kadar harika işlenen bir kurguya bu süre gerçekten olacak iş değil ve film bittiğinde ağzınıza bir parmak bal çalınmış gibi hissediyor, bastırmakta başarısız olduğunuz bir açlıkla daha fazlasını istiyorsunuz. İlk defa böyle bir his uyandırmış olmasıyla en sevdiğim Wes Anderson filmi olarak kayıtlara geçmesi bir yana, hiç de hoş bir his değil aslında.


Sadece kendisinin olduğu bir kulvarda, rakipsiz bir şekilde koşmaya devam ediyor Wes Anderson. İyiden iyiye ustalık döneminde olduğunu hissetmeye başlamıştık zaten Moonrise Kingdom ile ama açık söylemek gerekirse günün birinde beni bu kadar etki altına alabileceğine ihtimal vermiyordum. Filmin IMDB ve Rotten Tomatoes puanlarını mı dikkate alırsınız (biri 8.4 diğeri %92), burada yazdıklarımdan mı yola çıkarsınız, filmin fragmanını izleyip mi karar verirsiniz bilemiyorum ama ne yaparsanız yapın The Grand Budapest Hotel'i izleyin, izletin efendim. Tek kusuru bittiği anda yaşanan "bitti lan :(" anı olan, bulunduğumuz dandik ötesi dünyadan bizi kısa bir süreliğine de olsa çekip alarak harika bir 100 dakika yaşatan, incelenebilecek çoğu açıdan "olmuş" bir film.

Dünyayı komple değiştirmek zorunda değiliz ve zaten böyle bir gücümüz de yok. Fakat kendi dünyalarımızı değiştirmekten bizleri alıkoyan bir güç olmadığını da unutmamak gerek. Mutlu günler.


5 Haziran 2014 Perşembe

David Cronenberg

Selam. Daha önce Andrei Tarkovsky için, Offret filmi ile birlikte kaleme aldığım yazının bir benzerini de pek sevdiğim bir yönetmen olan David Cronenberg için yazmaya karar verdim. İnanır mısınız, yazdım da üstelik.




Sinemaya girdiği ilk yıllarda "body horror" denen bir tür yaratmış, insan bedenindeki çarpıklıklar, bozulmalar üzerine filmler yaparak bunun insan ve toplum psikolojisi üzerindeki etkilerini işlemeye çalışmış, A Naked Lunch gibi, Videodrome gibi, gayet derin ve bir o kadar da fantastik filmler yapmış bir yönetmen Cronenberg.Sonrasında ise benzer bir psikolojiyi şiddet ve içgüdüler üzerinden yorumlamaya başlıyor. Sinemaya genel izleyicinin sıklıkla burun kıvırdığı korku ve bilim kurgu türlerinde başlayıp, zamanla evrilerek kendine ait bir sinema üzerinden benzer temaları izleyiciye aktarabilmiş olması bence baya büyük bir iş. 

Kendi derdini daha geniş kitlelere anlatabilmek adına tabii ki bir noktadan sonra bir parça ana akım sinemaya yönelmesi kaçınılmazdı gerçi ama hali hazırda belirli bir kitle için "kült" haline gelmiş bir yönetmen için böylesine sert bir değişime gitmek herhalde pek kolay değildir. Bu yöndeki ilgi çekiciliği ve enteresanlığın yanı sıra bir de kalıpları sallamıyor oluşu Cronenberg'i şahsına münhasır bir insan olarak görmeme ve sinema dünyasında ayrı bir noktaya koymama yetiyor da artıyor. Stanley Kubrick hakkındaki baya ilginç fikirleri, her ne kadar asla kabul etmediğim bir şey olsa da "en azından teorik anlamda, düşünsel süreçte perdeye yansıtılamayacak hiçbir şey olmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız," özetindeki görüşleri gerçekten de üzerine tartışılabilir şeyler. 


Hızlı başlayınca müziği unuttum. Şöyle olsun:



Haliyle birbirinden ayrılabilen, geniş bir arşive sahip olan Cronenberg'i üstün körü tanıttıktan sonra bir de Cronenberg filmlerinden biri hakkında bir şeyler atıp tutayım o zaman, karşınızda Eastern Promises:



Cronenberg'in değişim sürecinin ilk meyvelerinden olan Eastern Promises (Şark Vaatleri), yine Viggo Mortensen'in başrol oynadığı "A History of Violence"'ın peşine gelmiş, benzer bir film olup olmayacağı konusunda da bizleri meraklandırmıştı. Zira A History of Violence her ne kadar birçok açıdan Cronenberg stilizmini net bir şekilde yansıtsa da, ana akım sinemayla fazlaca dirsek temasında olduğu yönünde eleştirilere de maruz kalmıştı. Neyse ki Eastern Promises çok daha "Cronenberg" bir film çıktı.




Sinemada şiddet çok da tasvip ettiğim bir şey değil. Bir mastürbasyon aracı olarak kullanılmasına da karşıyım. David Cronenberg'in şiddetten asla kaçmayan, hatta kimi sahnelerde şiddeti en temel aracı olarak kullanan bakış açısını çok ayrı bir yere koymamın ve bu tip bir sinemaya tahammül edebilmemin sebebini ise aslında Cronenberg'i sevme sebebim olarak da gösterebilirim: David Cronenberg'in işlediği konu o kadar ciddi ve o kadar gerçek ki, kurgu olarak yaşanan hadiselerin gerçekten de dünyanın bir yerlerinde sürekli yaşandığını bildiğimden, izlediğim sahnelerde iğrenme, rahatsız olma ve benzeri bir duyguya girme ihtimalim tamamen ortadan kalkıyor ve bunlar yerine salt gerçeği görmenin şok ile karışık garip bir farkındalık hissi ile doluyorum.


Hayatımda izlediğin en acayip sahnelerden biriydi hamam sahnesi.

Eastern Promises'da bastırılmış duygular, sahte kimlikler ve şiddet o kadar kusursuzca işleniyor ki, "çözüm" aşamasına geçildiğinde film boyunca alt metinler olarak karşınıza çıkan olguların filmin muhteviyatını oluşturduğu gerçeğini anlayıp büyük bir "VAY BE!" patlatıyorsunuz.


Yavaş açılan ve gelişen hikayeyi özetlemeye çalışıp filmin derinlerdeki değerini azaltmak istemiyorum ama kabaca bir fahişenin çocuğunun doğumuna tanıklık eden bir hemşirenin, doğum esnasında ölen kadının çocuğunun kimliğini bulmak üzere çıktığı yolda İngiltere'nin yeraltı dünyasında hüküm süren bir Rus ailesiyle karşılaşır ve ailenin içine sızmış gizli bir polisle tanışmasıyla olaylar gelişir, diyeyim. Ancak şimdiye kadar söylemeye çalıştığım her şey, bu özetin "ucuz" duruşunu engellemek içindi aslında. Bu yüzden sakın bu özete bakarak bir karara varmayın.



Eastern Promises ile ilgili yapılabilecek en büyük hata hikayenin üst kısmına bakarak yorumlamak olur. Rus/Çeçen kavgası, "şark" noktasında toplanmış bir yığın pis adam ve aralarındaki savaş, mafyaya sızmış gizli polis ve ultra korkusuz hemşire üzerinden yapılacak eleştiriler, aranılan mantıksal hatalar vesaireler Cronenberg'in anlatmaya çalıştığı şeyleri tamamen yok eder. Bunu da not düşeyim buraya.

Viggo Mortensen ve Vincent Cassell'in ömrüm boyunca gördüğüm en iyi oyunculuk performanslarını ortaya koymuş olduklarını belirterek devam edeyim. Canlandırdıkları karakterlerin kurgunun devamındaki değişimlerini o kadar yumuşak ve gerçek bir biçimde yansıtıyorlar ki, bu karakterler üzerinden anlatılmaya çalışılan şeylerin gerçekliği daha da vurucu bir hal alıyor.




Bastırılmış kimliklerin, şiddete yönelimin ve yeraltı dünyasının David Cronenberg'in elinde nasıl inanılmaz bir şekilde işlendiğini görmek ve kabaca bünyesindeki drama üzerinden yükselen herhangi bir aksiyon/mafya filmini "Cronenberg çekseydi nasıl olurdu kim bilir?" diye düşündürdüğü için bile Eastern Promises çok başka bir yerdedir gözümde. Bu nedenle önce bu filmi, peşinden A History of Violence ve A Dangerous Method'u izleyin. Yavaştan David Cronenberg'in dünyasına girip, Cronenberg'in insan üzerine anlatacağı şeylere kulak verin.

Olursa yorumlarınızı, gelecek yazılardaki beklentileri, yazıları daha iyiye götürebilecek önerileri de eksik etmeyiniz. Mutlu günler.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Snowpiercer

Selam. Sonsuz hayal gücümüz ve hakimiyet arzumuzla ekseriyetle içine tükürmeye devam ettiğimiz dünyanın sonuna ilişkin filmlere olan sevgimi daha evvel belirtmiştim. Bugün de bu tarz bir filmden, devrimci bir bakış açısı ile doğumun ancak yıkımla mümkün olabileceği mesajını hiç de fena bir şekilde vermeyen Snowpiercer'dan bahsedeceğim.


Madeo ile gönlümü kazanan Joon-ho Bong'un son filmi olarak karşımıza çıkan Snowpiercer'da Chris Evans (Kaptan Amerika), Jamie Bell (Evan Rachel Wood'un kocası :'), John Hurt (buruştukça daha da iyi bir oyuncu olan insan),Tilda Swinton (Çok güzel saçları olabilen kadın) ve Ed Harris (Hiç kötü filmini izlemediğim güzel gözlü adam) gibi birçok isim yer alıyor.


Küresel ısınmayı önlemek amacıyla denenen bir şey elde patlar ve dünya buzul çağına girer, yaşam yok olur. Bir grup insan ise durmaksızın dünyanın etrafında dolanan, kendi enerjisini üreten bir trenin içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu haliyle dümdüz bir post-apokaliptik bilim kurgu gibi görünse de kapalı bir sistemin içinde, farkında bile olmadan kendisine verilmiş rolü oynayan insanlar üzerinden çok büyük laflar etmeye, sistem eleştirisinin dibine vurmaya başlıyor film. Bu nedenle Joon-ho Bong'a şimdiden saygı ve sevgimi yollayayım, araya kaynamasın sonra.



Trenin her bölgesinde yaşam aynı değildir elbette ve son vagonda perişan bir halde yaşayan grup isyan bayrağını çeker. Buna karşın treni geliştiren zihniyet tabii ki ön vagonlarda yaşayanların bekasını sağlamak adına gerekli tedbirleri alır ve işler çok daha kanlı bir hale, büyük bir devrim sürecine girer.


Namgoong'un döngü kıran hareketi, Curtis'in yıkmak üzere olduğu sistemin başına geçmek/sistemi yok etmek arasında gidip gelen ruh hali, vagonlar arasında, günümüz dünyasına kıyas yapabilme imkanı (ayak takımı, orta sınıfın kayıtsızlığı, zenginin ultra müthiş hayatı, eğitim sistemi...vs) filmin en can alıcı özellikleri. Joon ho-Bong her vagonda önce belirli bir tespiti ortaya koyuyor, ardından da kıyas ve eleştiri yapması için tespiti izleyicinin gözüne sokuyor. Belki bu açıdan bakınca biraz fazla bariz bir yöntem kullandığı için eleştirebilirim Bong'u ama öte yandan mesaj kaygısı oldukça bol olduğu belli olan Snowpiercer'ın bir şeyler anlatmaya çabalamış ama bilim kurgu hevesi yüzünden bir türlü meramını dile getirememiş bir film olarak hatırlamak isteyeceğimi sanmıyorum.



Son vagonlarda tüketilen gıdaları göz önüne alıp ufak bir kıyaslama yaparak Bong'un derdini kısaca örneklemek gerekirse günümüz dünyasında insanlığın bir bölümü sentetik ürünleri sistematik bir sunilikle yaratılan "fırsat" ve "indirim"leri değerlendirerek jet hızıyla tüketmeye devam ederken bir başka bölümü ise ötekinin ömrü boyunca tadamayacağı keyifleri gündelik bir rutinde yaşıyor. Bir grubun "lüksü" 15 liralık sentetik hamburger menüsü iken ötekinin "normali" 100 liralık bonfile mesela. Trendeki gıda dağıtımı ve sistemi bu şekilde incelemek mümkün. Bu şekilde sayısız örnek üzerinden düşünmeye zorluyor izleyicisini. Marx, Wilde, Orwell gibi isimlere yakınlığıyla da iyice göz dolduruyor.


Aradaki görsellerden yola çıkarak izleyeceğiniz filmin nasıl bu yazıda bahsedilen şeylerle ilgili olduğunu merak ettiyseniz mutlaka bir şans verin Snowpiercer'a. Tatlı-sert üslubuyla tatlı kafasını bu tip düşüncelerle daha önce hiç yormamış olan kişilerde bile ufak bir gıdıklanma, minik bir tepkime geliştirebilecek kadar net, her ne kadar imkansız gibi görünse de her zaman yeni bir şansın olduğunu, bazen en umutsuz anda yapılması gereken şeyin bir saniyeliğine bile olsa Polyanna'cı düşünmek olduğunu beyinlere kazıyan harika bir film.


Hayatta her şey inandığımız kadar. Mutlu günler.