29 Ekim 2015 Perşembe

Sui generis

Selam. Uzunca bir aranın ardından ilk ve yine uzunca bir ara vermeden önceki son yazımdan merhaba. Bu defa farklı türdeki pek çok filmi kısa kısa tanıtmaya çalışacağım; askerden döndüğümde de aynı performansı sizlerden bekliyorum.

Askerde en çok dinleyeceğim şeylerden biri olsun bu yazının müziği:



Son zamanların en harika işlerinden bir tanesi ile başlayalım:

Wild Tales

Hem stil, hem de biçim açısından bir süredir tekdüzeleşen ana akım sinemayı ferahlatan Wild Tales (özgün ismiyle "Relatos Salvajes"), Steven Spielberg'ün yönetmenliğini yaptığı "Amazing Stories" serisinden de ilham alan Damian Szifron'un yönetmenliğinde, kendisinin yazdığı 6 kısa hikayeden oluşuyor. Bireyin toplum ve devlet ile olan ilişkisini, Arjantin'in içinde bulunduğu yozluğu (aslında herhangi bir ülkeye de uyarlanabilir elbette) da eleştirerek, insan doğası üzerinden enfes bir şekilde işliyor. "Normal" kabul ettiğimiz durumlara "anormal" kabul ettiğimiz tepkiler veren insanlara ait hikayeler çekmek fikri, son birkaç yıldır gördüğüm en güzel fikirlerden bir tanesi. Bu zor fikri hem bu kadar karanlık, hem de bu kadar eğlenceli bir şekilde ele almayı başarmış olması ise Szifron'u takip edilecek yönetmenler listesine sokmaya yetiyor da artıyor. Sinemanın bu tür filmlere kesinlikle çok ihtiyacı var. Son yılların en özgün, en stilistik işlerinden bir tanesi.


Bağımsız süper kahraman komedisi isteyen olursa diye bunu da bırakayım buraya.

Before We Go

Kaptan Amerika yönetmenliğe soyunursa ne olur? Tabii ki biraz geçmişte kalmış, kurallara sıkı sıkıya bağlı, modern zamana ayak uydurmakta güçlük çeken, eli yüzü oldukça düzgün bir film olur. Chris Evans'ın ilk yönetmenlik denemesi olan Before We Go da bunlardan ne eksik, ne de fazla bir film. Brief Encounter ile benzerliği, Chris Evans ve Alice Eve'ın çekicilikleri dışında görsel anlamda neredeyse hiçbir şey sunmaması ve diğer her şey bir yana, tüm "peri masalı" durumuna getirdiği realist bakış açısı ve 95 dakika boyunca hissettirdiği sıcaklık sayesinde bile oldukça tatmin edici bir hal alıyor. Hollywood'un büyük bütçeli, "güvenli" filmlerinin yıldız oyuncusundan böyle bir hamle gelmiş olması bile önemli. Elbette bu "güvenli bölgede kalma" durumu Before We Go'ya da fazlaca etki etmiş olsa da, romantik-komedi seven bir izleyicinin Before We Go'yu sevmeme ihtimali sıfıra yakın.

The Double

The IT Crowd'dan tanıdığımız, Submarine ile gönüllerimizi fethetmiş olan Richard Ayoede'in yönetmenliğinde, Dostoyevsky'nin "Dyovnik" romanından uyarlanan The Double, edebiyat uyarlamalarının çoğunluğunun düştüğü tuzaklara hiç düşmeden, Ayoede'in turuncu-siyah renk paleti sayesinde iyice kararan disütopik  bir dünyada, Jesse Eisenberg'in mükemmel oyunculuğuyla yükselen, enfes bir film. Doğrusu Eisenberg'in oyunculuk yeteneğini sık sık sorgulayan biri olarak kendisini ağzı açık seyrettim. Şizofreniye işaret eden, bir kimseyle eş ruha sahip bir hayalet olarak tanımlanabilecek "doppelganger" olgusunu işleyen The Double, gerçek algısının kayboluşunun sinemadaki en iyi incelemelerinden bir tanesi. Kafka-Dostoyevsky ve iyi sinema sevenler kaçırmasın.
P.S.: Hikayenin uzaklardan anlatılıyor oluşuna ve yapıbozuma aldanıp ilk 15 dakika sonrasında "meh," demeyin; gelin bana güvenin.



"Honourable mentions" gibi oldu, güzel oldu böyle.

Redirected

Guy Ritchie? Vinnie Jones? Doğu Avrupa? Bahtsız arkadaşlar? Evet elimizde Litvanya-İngiltere ortak yapımı, Emilis Velyvis'in yönetmenliğinde oldukça ucuz, ırkçı, kötü senaryolu, bol küfürlü, daha da bol argolu, kanlı, seksli, haykırarak gülmeli bir komedi-suç filmi var. Etkilendiği, olmak istediği şeyleri saklamaya çalışmadan, neyi neden yaptığı çok belli bir film üstelik. İçerisinde Vinnie Jones'un olduğu bir şeyi nasıl "hmmm, HİÇ İNOVATİF DEĞİL," diye değerlendirebiliyorlar, zaten anlamak mümkün değil.
Zamanında IMDB'de 8.5'lara kadar yükselmiş puanına aldanmadan, bir
Snatch beklemeden, göndermelerini ciddiye almadan, bir-iki bira eşliğinde izlendiğinde yıllarca kendisinden bahsettirebilecek güçte bir film Redirected. Sinemayı o kadar da ciddiye almak istemediğiniz bir zamanda, mümkünse geyiği bol birkaç arkadaşınız ile birlikte açın, izleyin ve dev eğlenin.

The Sunset Limited

Tommy Lee Jones ve Samuel L. Jackson gibi iki usta ismi zıt karakterlerle karşı karşıya getiren The Sunset Limited, tek mekanda gerçekleşen çekimleri, zıtlıktan doğan enfes diyaloglar ve zaman zaman yükselen tiratlar eşliğinde bir tiyatro oyunu izlenimi yaratıyor. Evrenin iki ayrı ucunda duran iki adam, insanoğlunun içine düştüğü tüm ikilemleri tartışıyor ve bunu yaparken "yaşamın anlamı nedir?" gibi kokuşmuş bir soru sormak yerine yaşamın kalitesini sorguluyor. Yüzyıllardan beri proleter - burjuva arasında süregelen inanç tartışmalarını, siyah ve beyazın sonsuz savaşını, tarafını çok belli etmeden yansıtmaya çalışıyor ve çoğunlukla başarıyor. Felsefi bir tartışmada olması gerektiği gibi, finalde herhangi bir cevap sunmadan, her izlendiğinde farklı sorular ve farklı yanıtlar fırsatının doğmasına olanak tanıyor. Bu bir film değil, bu çok daha acayip bir şey.
Kafanızın karışmasını istediğiniz her an izleyebilirsiniz. Sonra da bana yazın, birlikte aptal olalım.



Bu çok aman tanrım bir şey, bu bambaşka bir şey.

Time Lapse

Butik bilim-kurgu filmlerine bağlılığım pek çoğunuzun malumu. Time Lapse de bu kontenjandan bu sayfada kendine yer edinen bir yapım. Doğrusunu isterseniz sinemasal açıdan Time Lapse hiç başarılı bir film değil. Fakat bu beni pek alakadar etmiyor. Zamanda yolculuk konusuyla ilgilenen bir film eğer bir Los Chronocrimes olamayacaksa, La Jetée değilse, Back to the Future'a yaklaşamıyorsa, Primer havasında değilse, ne bileyim 12 Monkeys çılgınlığına yetişemiyor, Midnight in Paris minnoşluğuna kavuşamıyorsa bence en azından Time Lapse gibi olmalı. Övdüm mü, sövdüm mü belli değil biliyorum ama zamanda yolculuk kavramının sinemada işlenme biçimleri hoşunuza gidiyorsa bir şans verin, pişman olmazsınız. "Dur, şöyle harika bir film izleyeyim de takkem uçsun" diyorsanız, başka filmlere yönelseniz daha iyi olur.



Sanıyorum şimdilik bu kadar. Önümüzdeki birkaç gün içerisinde gaza gelip bir yazı daha yazmazsam Mayıs ayı gibi tekrar görüşürüz, diye umuyorum. Kendinize acayip iyi bakın. Sınırda ben varım, rahat uyuyun derdim ama Kıbrıs çıktı ne yazık ki hehe. Mutlu günler!