28 Mayıs 2014 Çarşamba

Ne Uzun Ne Kısa: "Pizza&Bira" (2)

Selam. Bugün epey önceden bir heyecanla başlayıp üstüne taş koyamadığım bir seri yaratma çabasını diriltmeye çalışacağım. Gariplikleriyle gönülleri kazanmış filmlerden devam ediyoruz. Bu sefer müzik de var:


İki film birden inceleyeceğimiz bu yazının ilk konuğu şöyle:


Akıllı olmaya çalışıp olamamış bir film aslında Rubber. Yönetmen Quentin Dupieux'nin kendi kaleme aldığı film, klasikleşmiş seri katil-sapık filmlerine eleştirel gözle bakan enteresan bir yapım. Şöyle ki; bir adet tekerlek var ve bu tekerlek seri cinayetler işleyen bir ruh hastası. Evet.

Do not mess with a tire?

Ortamcıların vazgeçilmez muhabbet konularından biri olan Canon'ların Mark II'si ile çekilen filmin öyküsü ise ilk aklınıza gelecek seri katil filmiyle aynı. Uçsuz bucaksız çöllerde var olmuş bir manyak var, karşısına çıkan insanları öldürüyor (bizim manyağımız patinaj çekiyor bir süre; böylece karşısındaki insanın kafası patlıyor. Sorgulamayın, patlıyor işte.) ve elbette takıntılı olduğu bir kadın var vesaire vesaire. Tek fark baş karakterin bir kamyon tekerleği olması.

Yeri gelmişken; izlediği çok kötü bir filmin ardından aynı tür bir filmin don lastiğinden karakterlerle de çekilebileceğine dair eleştiri yapmış birisi olarak Rubber'ın fikrinin oldukça tırt olduğunu belirmek istiyorum.


Hollywood'a taşlama olarak bakıldığında aslında gayet ele gelir bir film olan Rubber, kahramanın bir tekerlek olmasına rağmen sonuna kadar kendini izletebiliyor olması ile de eleştirisinin haklılığını gösteriyor aslında. Daha önce tecrübe edilmiş benzer filmler nedeniyle izleyicinin beyni tekerleği direk benimseyip kabul ediyor zira. Buna rağmen insanın aklına "başka işiniz yok muydu abi?" sorusu da gelmiyor değil tabii. Fransa insanının gariplikleri diyerek geçiyoruz.

Tekerlek filan ama kadından da anlıyor tabii ki.
Biraz daha kısa tutulsa belki daha vurucu olabilecek Rubber'ı abukluk olgusu ile arası açık olmayan herkese tavsiye ediyorum elbette. Her şey bir yana o tekerleğin mutlu mutlu zig zaglar çizmesi, sevdalı olduğu karakterin yalandan cilvesine kanıp da kendini koyvermesi, yürümeyi, koşmayı, öldürmeyi öğrenmesini izlemek gerçekten çok eğlenceliydi.

Neler diyorum lan ben. Neyse kapatalım bu konuyu artık.



İkinci konuğumuz ise hiçbir gayesi olmayan, iyice tırt bir film:


Knights of Badassdom dandikliğiyle gönüllerde taht kuran filmlerden. FRP denen hadiseyi temeline alan filmde gerçek hayatın sillesini yiyen bir karakterin arkadaşları tarafından LARP (canlı rol yapma oyunu diyelim buna) organizasyonuna dahil edilmesi ve akabinde gelişen fantastik olaylar konu ediliyor. Biraz eğlenceli müzikleri, biraz Dünyayı Kurtaran Adam'ı aratmayan kötü ötesi efektleri ve çoğunlukla da Peter Dinklage sayesinde şu an bu yazıya konuk olan Knights of Badassdom, 2000 yapımı Dungeons&Dragons filminden bu yana izlediğim en kötü FRP filmlerinden bir tanesi ve gerçekten nefis. (hehe)


Şimdi şu sahneyi görüp de filmi merak etmemek mümkün mü? Bence değil.

Peter Dinklage'in şaşmaz oyunculuğu ile çekilebilir bir hale gelen filmimizde bir noktadan sonra şaka kakaya dönüşüyor ve oyun olarak başlayan bir aktivite ciddi ciddi ölüm kalım mücadelesine dönüyor. Oyunda büyü yaparken söylenmesi gereken sözlere örnek olması için dandik bir kitapçıdan alınan bir kitap gerçekten de çok eski ve lanetli bir kitap çıkıyor ve geniş bir alanda ellerinde kauçuk kılıçları, sahte zırhları ile prensler, şövalyeler, elf bakireleri taklidi yapan bir grup genç cehennemden gelen bir iblis ile karşı karşıya kalıyor. Eh, sizi bilmem ama ben böyle filme bir bira açarım.

Böyle göründüğüne bakmayın, baya gülünç aslında.

"True Blood" diye bir şeyden tanınabilecek Ryan Kwanten ve zamanın Serenity'sinden bilebileceğiniz Summer Glau hanım da Peter Dinklage'e eşlik eden isimler, diyeyim de; belki buralardan fanboy/fangirl düşürür, ilgi çekerim. 1988'den beri dürüstlük bizim işimiz.


Okul yıllarında bir dönem bile olsa FRP'ye ilgi duyduysanız kesinlikle kaçırmayın derim zira tüm uydurukluğuna rağmen konuya bir parça da olsa hakim olan izleyiciler için arada tam "geek" işi espriler de mevcut.

Bu seferlik de bu kadar. Mutlu günler.

27 Mayıs 2014 Salı

X-Men: Geçmiş Günler Gelecek

Selam. Başlıkta bir espri yok, bugün hakkında atıp tutacağım filmin adı X-Men:Geçmiş Günler Gelecek. Bunak bir politikacının seçim vaadi gibi duran ismine aldırış etmeyin, süper kahraman filmi olmasına, Hollywood sinemasının son yıllarda tutunduğu tek dal olan Marvel dünyasına ait olmasına da itibar etmeyin, X-Men:Days of Future Past (böyle yazmazsam ciddiyetimi koruyabileceğimi sanmıyor ve okuyucunun affına sığınıyorum) baya müthiş bir film.

Bu aralar müzik dinlerken garip hallere girdiğim için yine müzik ver(e)miyorum. Arasındaki kısa bir bölümde bir an düşüncelere dalacağınız ama genelde olumlu bir ruh halini yansıtacak bir şey açarsınız siz arkaya. (yuh)



 X-Men, öyküsü itibariyle belki de en derin, en günümüz dünyası ve insanıyla bağdaştırılabilir süper kahraman öykülerinden bir tanesi. Sahip oldukları kimi güçler nedeniyle dünyayı yöneten güçler tarafından, hatta toplumun kendisinden dışlanan, canavar olarak lanse edilen mutantların kendi varlıklarını çözümlemeye çalıştıkları, kendilerine empoze edilmeye çalışanın aksine iyiye, doğruya yönelmek için çabaladıkları bir seriden söz ediyoruz. Mutantların bir bölümü daha uysal, doğasını çabuk kavramış ve kendini çözmüşken bazılarının hala içinde büyük bir öfke ve isyan besliyor olması X-Men'i çok başka bir bağlama sokuyor ve standart işlerden ayırıyor.

Marvel'in elindeki çeşit çeşit kahramanı kullanarak birbirinden tatsız, bittiği andan itibaren üzerine düşünülecek hiçbir şey kalmayan filmler ile piyasayı ele geçirmesi her ne kadar can sıksa da, 11 yıl aradan sonra çekilen yeni X-Men filmi, hem Bryan Singer'ın, hem aradan geçen zaman zarfında çekilen ucuz filmlerin diyetini ödemeyi başarıyor.

Kahramanlarımız için oldukça zor koşullarda bir hayat sunan, distopik bir gelecekte başlayan filmin en büyük ve tek handikabı bu gelecek sahneleri. Baştan sonra harika bir tempo tutturan filmde izleyicinin tökezlediği yegane anlar gelecekte yaşanan olaylara göz attığımız zamanlar. Bunun dışında kendinizi asla yavaşlamak bilmeyen, oldukça heyecanlı bir filme hazırlayın. Tabii ki buradaki temponun havaya uçan şehirler, yıkılan köprüler, takla atan araçlar ile sağlanmadığını ve gerçek bir film temposundan bahsettiğimizi de hatırlatalım.


Belki çok yüksek noktada değil ama James McAvoy standardı diye bir şey var.

Hugh Jackman, James McAvoy, Micheal Fassbender, Jennifer Lawrance, Peter Dinklage, Ian Mckellen, Patrick Stewart gibi isimlerle biraz acayip bir kadroya ulaşan filmde oyunculuklar da bu isimlerin sunacağı standardın altına düşmemiş. Bir tek Peter Dinklage epey olmamış. Daha doğrusu Peter Dinklage yine hakkını vermiş rolünün ama karakteri olmamış. Bolivar Trask madem hayrandı mutantlara, niye köklerini kazımak için robotlar geliştirdi? Madem geleceğimiz ve gelişimimiz mutantlara bağlı, niçin onları öldürmek için projeler üretiyor? gibi aklımda deli sorular. Bunun dışında tüm oyuncular ve karakterler nefis bir uyum ile filmin bütünlüğüne katkıda bulunuyorlar.


Akıllara hemen The A-Team ve Jessica Biel-Bradley Cooper sahnesi gelmiyor mu?

Önceki filmlerin zaman aralığında geçiyor olmasının yanı sıra öyküsünü gelecek üzerinden kurgulayan bir film olarak öykünün geçtiği zaman dilimini daha açık bir şekilde görebilirdik aslında. Ne demek istediğimi ben de tam anlamadım ama şöyle ki; mesela First Class'da gayet anlaşılırdı zaman dilimi. Days of Future Past'de ise biraz havada kalıyor. Aslında dönemsel giysiler, küçük detaylar ile 70'lerde olduğumuz anlaşılsa da genel olarak biraz eksik gibi sanki. Neyse, burayı tam şeyyapamadım.

Bunun dışında hem öykünün temeline Raven/Mystique karakterini alarak Charles-Erik-Raven arasındaki sevgi-nefret ilişkisi ile araya çeşitlilik eklenmesi, hem istisnalar dışında (Ellen Page mesela) her oyuncu ve karakterin oldukça verimli kullanılmış olması, hem de bir türlü dilimden düşüremediğim enfes temposu ile X-Men bu sezonun gerçek "blockbuster" filmi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 


"Onlar bize itlik yaptı, biz de onların analarını laciverde boyayalım," diyor Fassbender.

Tempodan bahsetmişken (ahah); gelecek-geçmiş değişimlerinin yanında efsane bir öyküye ve oldukça tahmin edilebilir olmasının yanı sıra gayet başarılı bir kurguya sahip olduğunu da belirtmek gerek. Özellikle Charles ile Wolverine arasındaki kimi diyaloglarda kafalar kısa bir süreliğine de olsa gidebilir, baştan uyarayım. Öyle beklenmedik bir finale, kurgudaki ani bir değişime filan ihtiyaç duymadan bu tempoyu ve merakı üst seviyede tutabilmeyi başarmasıyla da X-Men filmleri arasında açık ara en iyisi. Kaldı ki ilk filmi çok az hatırlıyorum zaten.


Gizli forver gibi karaktermişsin Quicksilver. Helal olsun canıms.

Son olarak Quicksilver'ın filme olan katkısının diğer tüm karakterlerden daha müthiş olduğunu da not düşerek kapanışa geleyim. (Pentagon'dan kaçış sahnelerini izlemeyene sinemasever diyemem ben artık,)

X-Men konusuna hiç hakim olmayabilir, hangi karakterin nasıl bir geçmişe, vizyona, güce sahip olduğunu bilmeyebilirsiniz. Hiç mühim değil. X-Men:Days of Future Past kendi içindeki bütünlüğüyle izleyicinin tüm eksiklerini kapatacak güçte bir film. Çizgi romanı, Marvel dünyasını filan bir kenara bırakıp kendi ayakları üzerinde yükselerek tek başına "film" olabilmiş belki de ilk Marvel filmi. Kesinlikle kaçırmayın.



26 Mayıs 2014 Pazartesi

Godzilla - "Tişikkirlir Gidzilli"

Selam. Bugün canavarların kralından, Godzilla'dan bahsedeceğiz. Müzik yok bu sefer, benim yerime de dinleyin bir şeyler.


Bir şeyleri kontrol edebiliyor olduğumu sandığım ve çok büyük yanıldığımı gördüğüm bir dönemime denk gelmiş olmasının da etkisiyle Godzilla'nın yeni filminin temel dayanak noktasını buna benzer bir çıkarım yapılabilecek şu cümle üzerinden kurmak mümkün: "İnsanoğlunun kibri doğanın bizi kontrol ettiğini değil de, bizim doğayı kontrol ettiğimizi düşünmesidir." 

Filmin sırtını yasladığı bu cümle, 60 yıllık Godzilla tarihinde farklı bir Godzilla filminin çıkmasına ön ayak olmuş. Darwin'in evrim kuramının esas noktalarını temel alarak yapılan girizgah ile Godzilla ve diğer iki benzer "fazla gelişmiş" canavarın nasıl günümüz dünyasında bir anda ortaya çıkabildikleri, geçmişleri ve varlıkları oldukça makul bir şekilde kurgulanmış. Günümüzde nedense sinema izleyicisinin beklentisi "gerçekçilik" üzerine kurulu bir hale gelmiş iken yapılması gerekli olan bir açıklamaydı belki de. Yeterli de olmuş ve bu açıdan takdirimi kazanmayı başardı, diyelim.


Felaket filmleri ve felaket sonrası filmlerini cezbedici bulmamın yanı sıra Godzilla'ya ayrı bir sevgi besleyen biri olarak 2014 Godzilla'sı ile ilgili esas eleştirim bu filmde de vazgeçilmemiş Hollywood klişeleri üzerine olacak. Çalıştığı nükleer tesiste çıkan bir kazada karısını kaybeden, yaşanan olayın kaza olduğuna bir türlü inanmayan (belki de karısının ölümüne sebep olacak emri kendisi verdiği için inanmak istemeyen) ve "hükümet bizden bir şeyler saklıyor," algısındaki her yarı-deli vatandaş gibi takıntılı bir halde bu işin peşinden koşan Joe Brody ile başlayan hikaye, her ne kadar neticede haklı çıkacak olsa da oldukça dramatik ve alt metinlerde barındırdığı gereksiz mesajlarla iyiden iyiye izleyiciye Godzilla'yı unutturmaya başlamışken Brody'nin oğlunun kendi karısına ve küçük çocuğuna ulaşma yolculuğuna evriliyor ve aynı pompalamalar bu karakterler üzerinden devam ediyor bu sefer. 

Bu bağlamda bir türlü bitmek bilmeyen drama, Godzilla'nın görkemine bir değil, iki değil, beş parça gölge düşürüyor. Bu noktada belki de başa dönmeli ve "doğa" kavramını bir parça küçültüp "insan doğası"na inmeli, doğasını değiştiremeyecek olan varlıkların değişebileceklerine olan inancımızı sorgulamalıyız. Hoş, bu inanç ve umut bile doğamızın bir parçası ve bu nedenle de belki sonsuz bir kısır döngüye hapsolmuş durumda yaşamaya mahkumuz ama bir gün Hollywood'un klişelerden vazgeçeceğine inanmaya devam edelim yine. Neyse, en azından bu defa Batı Yakası darmaduman oluyor. New York sağlam.

Joe Brody karakteri olmasa da olurdu.

Garip mesajlarla dolu bir önceki paragrafın ardından yazının eksenini daha da kaydırmadan tekrar Gojira'ya dönecek olursak; tüm bu karmaşayı askeri bir çatışmaya indirgeyerek ele alması yönetmen Gareth Edwards'ın düştüğü tuzak olarak değerlendirilebilecek olsa dahi, bu çatışmada A.B.D ordusunun çaresizliğinin açıkça ortaya konması ve Ken Watanebe'nin canlandırdığı doktorun sağlam tespitleriyle zaten asıl mevzu olan, kendine ait zannettiği dünyada yaşanan büyük bir olayı yalnızca seyirci olarak gözlemleyebilecek kadar etkisiz olan insanın kendince bu durumu değiştirme çabası daha direkt bir şekilde yansıtılıyor. Keşke Teğmen Ford'un aile dramına tanıklık etmek yerine bu karakter ile açılan yolu daha açık ve net bir şekilde görebilseydik.

Nükleer test diye bizi yemişler.

Tabii tüm bu fikirler ve eleştiriler filmi izlerken alınabilecek keyfi kesinlikle baltalamamalı. Zira bir "blockbuster" olma gayesi biraz çatlamış olsa da, asla göze batmayan CGI, görsel bütünlüğün mükemmelliği ve yumuşaklık enfes bir seyir keyfini de beraberinde getiriyor. Üç boyut teknolojisinden pek yararlanılmamış olmasına ve genelde olayları bir hayli uzaktan izliyormuş gibi hissettirse de Godzilla'nın ve diğer MUTO'ların hareketleri, etrafla etkileşimleri müthiş. Nadir de olsa güzel espriler, epik sahneler, oturduğunuz yerde sizi coşturabilecek anlar mevcut.

Şöyle keyifli bir iki saat geçirmek, çocukluğunuzun Godzilla'sının geldiği son hali görmek ve CGI teknolojisinin adam akıllı kullanıldığı (yine aklıma bilgisayar oyunu karakteri Legolas geldi bak) bir film izlemek istiyorsanız Godzilla'yı kaçırmayın derim. Filmden sonra da eşinizle dostunuzla radyasyon yiyen bir yaratığa karşı neden askerlerin 30 kilo teçhizatla saldırdığını, Juliette Binoche'ın bu filmde ne aradığınız, Godzilla'nın mahallenin külhanbeyi havalarını, Ken Watanabe'nin tüm film boyunca bir türlü geçmeyen şaşkınlığını ve son sahnedeki "Tişikkirlir Gidzilli"'yı tartışır, güler eğlenirsiniz.



14 Mayıs 2014 Çarşamba

Big Bad Wolves

Selam. Ben bu sayfaya yazı yazma işini hızlandırmayı düşündüğüm her anda ülkede yeni bir felaket yaşanır hale geldi. Soma'da hayatını kaybeden ve kurtarılmayı bekleyen yüzlerce işçi var. Söyleyecek bir şey yok. Hasbelkader hala duymayan, başka taraflara bakmaya devam edenler varsa bu yazı vesilesiyle öğrensinler. Baya ölüyor insanlarımız. 

Tabii bir şekilde hayat devam ediyor ve biz kendi küçük ama rahat dünyalarımızda takılmaya devam ediyoruz. O halde bir şarkı patlatalım, bir sigara yakalım ve boktan şeyler hakkında bile kendimizi iyi hissedelim:



Quentin Tarantino'nun "2013'ün en iyi filmi" olarak değerlendirdiği, bu nedenle de ortamlarda bir anda ünlenen Big Bad Wolves, Tarantino'nun zevklerini az çok bilen izleyicileri hayal kırıklığına uğratmayacak ölçüde kimi aşırılıklara sahip, buna karşın sürükleyici senaryosu ve ciddiyetine leke sürmeden kotarılmış kara mizah unsurlarıyla 2013'ün en iyisi değil belki ama ilk 10 sırada rahatlıkla kendine yer bulabilecek bir film.



Coen biraderlerin çok başka bir seviyede işledikleri kara mizahla büyük benzerlikler taşıyan Big Bad Wolves, tüm hikayenin bir enteresan Kırmızı Başlıklı Kız masalı kurgusunda işlenmiş olmasıyla bile gönülleri fethediyor. Kızı öldürülen, üst sınıf bir adamın, soruşturma sırasında yaşanan skandallar nedeniyle görevinden azat edilmiş bir polis memuru ile birlikte, tek şüpheli konumundaki din öğretmeni karşısında kendi adaletlerini kendilerinin sağlamaya çalıştığı -kimi zaman epey kanlı bir şekilde- bir hikaye üzerinden ilerleyen filmin basit intikam filmlerinden farkı ise kurgusu ve mizahi yönü olarak karşımıza çıkıyor.


Evet, Big Bad Wolves kan ve şiddeti sakınmadan gösteren bir film ve eminim 1-2 sahnede tadınız kaçacak. Buna karşın mizah-şiddet dengesi o kadar iyi oturtulmuş ve iki olgunun dozajı da o kadar düzgün ayarlanmış ki, herhangi bir sahneye takılıp kalmanız mümkün olmuyor. Bu sayede de film daha bütünlüklü bir hale geliyor elbette.



Senaryosu aslında oldukça zayıf. Açığı da bol. Fakat yönetmen Aharon Keshales ile kendisinin okuldaki hocası Navot Papushado o kadar başarılı bir yönetime imza atmışlar ki, belki de uzun bir süre sonra ilk defa bir filmi tam manasıyla "yönetmen başarısı" olarak kabul ettiğimi ve bu şekilde beğendiğimi söylemek gerek. Atmosferi, mizahi detayları ve inanılmaz başarılı müzikleri sayesinde iyice psikopat bir hale gelen gerilimi Big Bad Wolves'un belki de bu sayfada kendine yer bulmasının en büyük sebeplerinden bazıları.

Bir başka ve muhtemelen benim nazarımda en kıymetli sebep ise filmin manşet cümlelerinden bir tanesinin "Bazı insanlar gerçekten kötüdür," olması. Filmin bitimindeki özümseme sürecinde zihnimde canlanan düşüncelerin büyük bir bölümünün insanlık olarak asla kabul etmesek de içimizde bir şeylerin ölüşünü izlemekten keyif alan, her ne açıdan bakılırsa bakılsın "manyak" tanımı altında değerlendirilmekten başka bir sınıflandırılmaya sokulamayacak insanlar olduğu yönünde olması, sık sık kendime tekrarlamak zorunda olduğumu bildiğim bu düşüncelerin dışarıdan bana hatırlatılmasından duyduğum memnuniyet ile beraber Big Bad Wolves'un değerini arttıran bir etmendi, diyebilirim. Karakter yazımındaki başarı da gerçekten kayda değer. Özellikle "Yoram" (Baba) karakteri sapkınlığın ne kadar kolay bir şekilde gizlenebilecek bir şey olduğunun kanıtı olması açısından efsane.




Çok büyük bir ihtimalle Hollywood bu filmi de yeniden çekecek ve içine de tükürecek. Zira her ne kadar bir İsrail filmi olmasına rağmen barındırdığı enfes öz eleştiriler ve tespitler (özellikle Iphone diyaloğu) ile siyasi hiçbir kaygısı olmamasına karşın belirli başlı toplumsal gerçeklikleri objektif bir biçimde yansıtmaktan geri durmayan bir film. O nedenle fırsatını bulduğunuz anda izleyin, zira önümüzdeki yıllarda büyük sükseyle, reklamla geldiğinde eminim hakikisinden alacağınız tadın yarısını bile o görkemli Hollywood versiyonundan alamayacaksınız.

Senaryodaki kopukluklar, kurguyu bozmamak adına sık sık başvurulan kimi klişeler ile alışageldik olmayan finaline kafanızı yormayın. "Ay şiddet varmış," diyerek uzaklaşacak okuyuculara da sesleniyorum: Uzun ve ağır açılış sekansı ile birlikte gerçekten de dandik bir intikam öyküsü izlemediğinizi fark edeceksiniz. Mühim olan filmden neyi ne kadar almaya dair vereceğiniz karar.

Mutlu günler.

P.S: İsviçre'li ünlü ressam, heykeltraş, set tasarımcısı Hans Rudolf Giger, 12 Mayıs 2014 tarihinde evinin merdivenlerinden düşerek hayatını kaybetmiş. Kendisine "Alien" çizimleri, siber punk ve genel olarak bilim kurgu dünyasına kattıklarından dolayı teşekkürlerimi sunuyorum. Huzur içinde yatsın. 

13 Mayıs 2014 Salı

The Spirit of the Beehive

Selam. Yine uzun bir ara vermek durumunda kaldım. Yavaş yavaş belirli bir düzene oturacak diye umuyorum. Nasipten ötesi zaten olmazmış bir de. Haydi bakalım.

Biraz geçmişe gidelim ve Franco İspanya'sına bir göz atalım. İç savaşın ortasında bir ülke, faşist bir diktatörün elinde oradan oraya savrulan bir halk. Elbette pek iç açıcı bir dönem değil. Buna karşın "Pan'ın Labirenti" filmini izlemiş olanlar bu iç karartıcı ortamın dahi çok daha farklı bir amaca hizmet etmesi için kullanabileceğini net bir şekilde gördüler. Ne var ki Pan'ın Labirenti müthiş sükse yapmış, çıkar çıkmaz klasikler arasına yerleşmiş bir film olsa da, bir çocuğun gözünden iç savaşın fırtınalı dönemine göz attığımız ilk film çok daha geçmiş bir döneme, 1977 yılına ait. Söz konusu The Spirit of the Beehive, Guillerme Del Toro'nun da belirttiği üzere "gelmiş geçmiş en iyi filmlerden bir tanesi,".

El espiritu de la musica için şöyle buyurun: 



El Espiritu De La Colmena ise şimdi başlıyor:



Dünya sinemasında önemli bir yere sahip Victor Erice'in ilk uzun metraj filmi olan "Arı Kovanının Ruhu", sinema dilinin en temel kullanımıyla izleyiciye şiirsel ve edebi bir gösteri sunuyor. Sembolizm denizinde serbest stil birincilikleri bulunan Erice, çocuk aklının dünyayı algılama biçimlerini enfes şekillerde aktarıyor.



Franco'nun ölümünden 2 yıl sonra çekilen filmin genel anlamda bir taşlama olduğunu bile söylemek mümkün. Dikta yönetimine getirilen eleştiriler, baskı ve zulüm ile yoğrulmuş bir toplumun sancıları filmde geniş yer buluyor. Çocukların dünyayı algılama şekillerinden yola çıkarak, büyüleyici bir manzara oluşturmasının altında, Franco dönemine getirilen kesin eleştiriler ve tespitler, filmin çok daha ciddi ve önemli bir bağlamda değerlendirilmesini gerekli kılıyor.

Semboller üzerinden Franco ve dikta rejimini eleştirmesi, insanın sonsuza dek sürecek olan güç arayışının ne denli büyük tehlikelere sebep olabileceği gerçeği ile (bkz. köye gelen film: Frankenstein) gibi çok ciddi meselelerden bahsetse de, iki küçük kardeşin birbiriyle şakalaşarak, etraflarında olup bitenleri kendi perspektiflerinden yorumlayarak dünyanın nasıl bir yer olduğunu keşfetme çabalarının büyüleyici bir güzellikle anlatımı filmin dengesini şaşmaz bir noktada tutmayı başarıyor.


"Frankenstein kızı neden öldürdü?"

Günün yalnızca belirli saatlerinde çekilmiş gibi duran, her daim kızıl tonları barındıran pastel renklere sahip enfes bir sinematografi ile geniş plan çekimleri sayesinde bile kült bir hale gelebilecekken, temelde zayıf gibi görünen ama basit semboller aracılığıyla çok daha güçlü bir hale gelmeyi başaran hikayesi ile birlikte tam manasıyla sinemanın gelmiş geçmiş en büyük eserlerinden birine dönüşmüş bir film The Spirit of the Beehive.

Çocuklukta olmazsa olmaz numaralardan biri: Ölü taklidi yapmak.

Semboller arasında kaybolup yorulmaya başlarsanız manzaralara dalabilir, sinema tarihinin en başarılı çocuk oyunculuklarından birine dikkat kesilebilir, ya da kendi çocukluğunuzda da sık sık yaptığınız şeyleri tekrar görüp hatıralar dalarak filmin sizi bambaşka diyarlara, zamanlara götürmesine izin verebilirsiniz. Eğer biraz kendinizi zorlayıp bu müthiş tecrübeyi layıkıyla deneyimlemek isterseniz de gelmiş geçmiş en büyük filmlerden birini izlemenin keyfini doyasıya yaşayabilirsiniz. Her halükarda izleyiciyi tatmin edeceği garanti bir filmden söz ediyorum kısacası.


Sezercik değil, Ana.

Daha derinlere inmiyorum. Yalnızca rehber olsun diye birkaç bir şey söylemek istedim..Gittiği her yolun sonunu göstermemesi, belirli bir hikaye anlatmaktan ziyada bir "ruh hali" anlatmaya çalışıyor olması bile merakların cezbedilmesine yetiyor olmalı zaten. Eğer zaman zaman "ciddi" filmleri de takip edebilen bir sinema izleyicisiyseniz kesinlikle kaçırmamanız gerektiğini düşündüğüm bir film The Spirit of the Beehive. Hiçbir şey için değilse bile yeşil ekran olmadan görsel bir şölene nasıl imza atılır, bunu görebilmeniz için. Mutlu günler.