24 Aralık 2016 Cumartesi

Er Ist Wieder Da & En man som heter Ove

Selam. Abuk filmlerin yılmaz savunucusu olarak bugün sizlere bir Alman bir de İsveç filminden bahsedeceğim. Fıkralaşmaya çok müsait bir yazı olacak gibi ama durun bakalım. 

İlkinde çok gülüp ikincisinde belki de ağlayacağınız bu filmlere geçmeden evvel adet olduğu üzere abuk bir de müzik verelim:


Er Ist Wieder Da, Almanya'nın en büyük utancı Hitler'lerin Adolf'unu ilginç bir şekilde ele alan nefis bir komedi filmi. Nasıl olduğunu pek anlayamadığımız ama okült işlere olan merakı ile gayet "neden olmasın?" şeklinde karşılanabilecek bir şekilde Adolf Hitler kendisini günümüz Almanya'sında buluyor ve olaylar gelişiyor. Hiç kimsenin karşısında gerçekten de Adolf Hitler'in olduğuna inanmaması ve karakterinden asla çıkmayan, müthiş bir komedyen olarak algılamaları sayesinde de ortalık iyice karışıyor.

Şişman, basiretsiz bir kadına emanet edilmiş koca bir "reich", propaganda için müthiş birer silah olabilecekken yemek tarifleri gibi saçmalıklarla yüce Alman halkının beynini yıkayan teknolojik aletler, Almanya topraklarında yaşayan pek çok Türk ve memnuniyetsizliğini, şaşkınlığını veya öfkesini oldukça açık bir dille belirttiği pek çok durumla karşılaşan Hitler'in günümüz dünyasının işleyişi konusundaki yorumları ve nokta atışı tespitleri, Er Ist Wieder Da'yı sıradan bir komedi filmi olmanın ötesine taşıyor. Tabii bu noktada filmin aslında bir kitap uyarlaması (Aynı isimli, Timur Vermes imzalı) olduğunu belirtmek gerek. Bu komedi/gerçeklerin yüze vurulması durumu da böylece daha net açıklanıyor.


Der Untergang'dan beri gördüğüm en iyi Adolf Hitler karakteri oyuncusu seçimi ("cast" yazıp geçmemek için atılan taklalar) ve çok kaliteli esprileriyle uzun süre hatırlayacağım bir film oldu Er Ist Wieder Da. Bir de filmle ilgili şöyle bir detayı da belirtmeden geçmeyeyim: Adolf Hitler karakterine bürünmüş bir adamı Almanya sokaklarında dolaştırmak, turistlerle ve halkla iletişime sokmak bile büyük olay. Filmde küçücük de olsa bir bölümde bu olayı görüyoruz. Film çekimi olduğundan habersiz bir sürü insan, karşısında Adolf Hitler kılığında birini görüyor ve verdikleri tepkiler birebir filmde yer alıyor. Sadece bunu görmek için bile izlenir. Bizde olsa nasıl olurdu konusuna hiç girmeden diğer filme geçiyorum.

* * *

Tanıtacağım 2. film ise aslında alabildiğine ciddi ve Er Ist Wieder Da ile karşılaştırılacak ya da aynı yazı içerisinde yer alacak bir film değil kesinlikle. Zira En man som heter Ove, ya da diğer adıyla A Man Called Ove, İsveç'in bu seneki Oscar Ödülleri yarışındaki en güçlü adayı olan, Jack Nicholson'ın "About Schmidt" veya Clint Eastwood'un "Gran Torino"' filmleriyle arasında hayli benzerlikler barındıran enfes bir film.

Eşi vefat etmiş, huysuz ve yaşlı Ove'nin yaşamına odaklanan film komedi/drama dengesini çok iyi tutturmuş bir seyirde ilerliyor. Yüce gönüllü, büyük bir kalbe sahip (inside joke haha) Ove'nin huysuzlukları, bu davranışlarının sebepleriyle beraber perdeye yansırken aslında içten, samimi bir sinema için gerekli olan şeylerin ne kadar basit olduğunu görmemizi de sağlıyor. Ove'nin prensipli, saygın yaşamı izleyeni içine alıyor ve her ne kadar biraz ağır ilerlese de samimiyetiyle sarıp sarmalıyor.


Özellikle geriye dönüşlerde hissedilen, belki bir İskandinav filminden beklemeyeceğiniz yumuşacık bir dünya, insanın kalbini özlemle dolduran muazzam bir aşk ile zaman zaman gözlerin dolmasına neden olacak bir yaşamı gözler önüne seren En man som heter Ove, aldığı yüksek puanların ve olumlu eleştirilerin tamamını ve şahsi fikrime göre daha da fazlasını hak ediyor. Oscar alır mı bilmem ama Ove-Sonja aşkı şimdiden benim beyaz perdedeki favori aşk hikayelerimden bir tanesi oldu. Çok, çok güzel bir film bu.

Şimdilik bu kadar. Umarım ileride herkes kendi Ove'sini, kendi Sonja'sını bulur ve her zaman orada olmaya devam edecek kendi Hitler'ini...Ya çok alakasız bu filmler, ben nasıl bunları bağlayıp mesaj vereyim şimdi.

Mutlu günler!

19 Aralık 2016 Pazartesi

Don't Think Twice

Selam. 2. yarısına ancak yetişebildiğim için 2016 yılından hala izlemeyi çok isteyip fırsat bulamadığım filmler oluyor. "Don't Think Twice" da aslında Haziran'dan beri sağda solda gördüğüm, merak edip durduğum bir filmdi ama nihayet izledim ve gerçekten de ortamlarda övüldüğü kadar varmış.



Daha önceden kendisinin yazdığı "Your Sister's Sister" izleyip pek beğendiğim Mike Birbiglia bu defa işin her aşamasında yer almak istemiş olacak ki yazmış, yönetmiş ve oynamış. İlk kez 2012 yapımı "Sleepwalk With Me" ile yönetmenlik koltuğuna oturan Birbiglia alışkın olduğu ve iyi bildiği sularda kalmayı tercih ederek yine komedi ve stand-up üzerinden ilerlemiş çok da iyi etmiş.

Güzel ama kekremsi hislere ithafen: 



Doğaçlama komedi/tiyatro gösterileri düzenleyen bir grup arkadaş arasında yaşananlara odaklanan filmde yaratıcılık isteyen, ekip çalışmasına dayalı işlerle uğraşanların çok rahat empati kurabileceği bir dil söz konusu. Mike Birbiglia'nın hali hazırda bir stand-up komedyeni olması ve konuya hakimiyeti sayesinde Dont Think Twice'ın neredeyse belgesele kayacak düzeyde bir gerçekliğe sahip olduğunu da eklemek gerek.

New York'lu bu grubun arasındaki güzel kimya ve arkadaşlık, grubun içinden birinin diğerlerinin de hayalleri arasında olan "Weekend Live" televizyon programında yer alma şansı yakalamasıyla dağılmaya başlıyor ve kısa süre içerisinde tek tek kendi başarısızlıklarına odaklanan grup üyeleri hep beraber ortaya çıkardıkları şeyin önemini kavrayamayacak noktalara sürükleniyorlar. 


Bu basit özetin ve görünen hikayenin arkasında ise çok daha genel ve ciddi bir düşünce yer alıyor. İnsanın zor zamanında, kötü gününde destek olmak kolaydır fakat yakın çevrenizden biri başarılı olduğunda aynı şekilde destek olmak, takdir etmek o kadar da kolay olmayabilir. Bu düşünceden yola çıkan Birbiglia oldukça realist bir bakış açısıyla, hikayenin en sert anlarını, en sert sahneleri "sahnede" vererek müthiş bir denge tutturmuş. Kısaca Don't Think Twice'ın oldukça komik olduğu anlar var ancak kesinlikle mutlu bir film veya salt bir komedi filmi değil. 

Filmin bir başka özelliği de bazı diyalogların filmin doğasına uygun olarak doğaçlama bir şekilde ortaya çıkması. Yani aslında filmde sahneye çıktığı zaman doğaçlama yapan oyuncular aslında sahne dışında da doğaçlama yapıyorlar çoğunlukla. Böyle bir metodun işe yarayabilmesi için en iyi ihtimalle müthiş bir kimyaya ihtiyaç var ki filmin her yerde çok yüksek puanlar ve olumlu eleştiriler almasının ardında yatan şey biraz da ekibin arasındaki kimya. Bir de elbette New York'ta, Chicago'da yer alan Improv ekipler ve gösterilerle arasındaki benzerlikler var ancak biz bu benzerliği Ankara'da oturduğumuz yerden pek test edemiyoruz. Lan.:(

Amerikan bağımsızı denen hadise her sene birbirinden enfes işler ortaya koymaya devam ediyor. Başarının ilişkileri nasıl değiştirdiği, insan iletişiminde "Hayır ama, bak şimdi," gibi başlayan karşı ataklar yerine karşıdakinin söylediğine katkıda bulunacak cümleler kurabilmenin önemi ve çok daha fazlası üzerine enfes bir film yapmış Mike Birbiglia. Süper kahramanları, çok güzel adam ve kadınları ve üç boyutlu gözlüklerimizi zaman zaman bir kenara bırakıp gerçek sinemaya da göz atmak lazımı. Don't Think Twice da olabildiğince gerçek bir sinema eseri. Ayırt etmeksizin herkese naçizane tavsiye.

Mutlu günler!


P.S: Canım Gillian Jacobs, canım.

22 Kasım 2016 Salı

Arrival

Selam. Oscar ödülleri yaklaşırken vizyon yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Kendi adıma söylemek gerekirse en çok filmi bu dönemde gözden kaçırıyorum. Arada birçok kaliteli yapım sessiz sedasız gelip geçiyor. Doğrusu Arrival için de aynı şey olmasına ramak kalmıştı ama hediye bilet değerlendirelim derken cevheve denk geldik!

Her zamanki gibi bu yazı da müziksiz kalmasın:


Sicario, çok beğenip öve öve bitiremediğim The Enemy ve Incendies gibi filmlerin yönetmeni, Blade Runner II ile ileride kendisinden öyle veya böyle oldukça söz ettirecek Denis Villeneuve'un yönettiği, Amy Adams ve oscar lanetli Forest Whitaker gibi isimlerin yer aldığı Arrival, bu yılın belki de en iyi "dünya dışı varlık ile iletişim" filmi.



Yazının hemen başında filmi belirli bir şekilde tanımlamak istememin ise önemli bir nedeni var. Çünkü yanlış bir sınıfa yerleştirdiğiniz anda Arrival'ın tüm büyüsü bir anda yok olabilir. Vizyona girmeden önce, yıl içerisinde ancak Marvel filmlerinin başarabildiği kadar büyük bir heyecan yaratması, çoğu yerde çok yüksek puanlarla değerlendirilmesi derken Arrival epey büyük bir gazla girdi vizyona ama karşımızda yeni bir Interstellar, yeni bir 2001: A Space Odyssey yok tabii ki. Peki ne var? Bakalım.

Arrival, dünya dışı varlık olgusunu yepyeni bir açıdan ele alıyor ve olur da bir gün uzaylılar tarafından ziyaret edilirsek (en azından alenen diyelim, komplo teorisyenleri üzülmesin) onlarla nasıl iletişim kuracağımız üzerinde duruyor. Özetleyecek olursak dilbilimci Dr.Louise, dünyanın 12 farklı bölgesine aynı anda inip öylece duran uzay gemilerinden Amerika topraklarındaki ile iletişim kurmak üzere ordu tarafından göreve getirilmesiyle birlikte astrofizik-matematikçi Ian Donnelly ile beraber uzaylıları anlamak ve kendilerini onlara anlatmak üzere çalışmalara başlarlar ve olaylar gelişir, diyebiliriz.


Çağlar boyunca geliştirdiğimiz iletişim modelinden tamamen bağımsız bir iletişim kültürüne sahip bir varlık ile nasıl anlaşılabilir? Kabul, eldeki tüm silahları doğrultarak evrensel bir iletişim yolunun önünü açabiliriz elbette ama gerçekten iletişim kurmak için ne yapmalı? İşte bunun üzerinde yoğunlaşıyor Arrival ve bu sayede belki de Contact'ten beri izlemediğimiz güzellikte bir film çıkıyor ortaya.

İnsanın düşüncelerinin dil üzerinden şekillendiği fikrini ortaya atan Sapir-Whorf hipotezi ve dilsel görecelik gibi kavramlar etrafında şekillenen Arrival'ın en önemli yanı ise her ne kadar konusunu ele alış biçimi olarak hayli özgün olsa da, yalnızca bu fikir üzerinden ilerlememesi. 12 uzay gemisinin dünyaya inmesinin ardındaki sır perdesi aralandıkça bilim-kurgu severlerin de cazibesine kapılacağı bir başka durum da açığa çıkıyor.


Amy Adams'ın adını giderek daha çok duymaya başlamamız bir tesadüf değil. Bulunduğu her projede bir şekilde parlamayı başaran ve kendinden söz ettiren Adams, Arrival'da da iyi bir performans sergiliyor. Marvel evreninin Legolas'ı olarak tanıdığımız Jeremy Renner da kendisine eşlik ediyor. Adams altın heykelciklere göz kırpabilecek mi bilinmez ama Arrival'ı kendisiyle hatırlayacağımız kesin.

Bir yandan dünya hükümetlerinin alarm halinde, ellerindeki tüm askeri gücü kullanmaya hazır halde ve tetikte bekleyişi, bir yandan Dr.Louise'in iletişim kurba çabası ve bir yandan da zaman ve düşüncenin göreliliği derken ipin ucu kaçabilir, yine de sonradan üzerine biraz düşününce taşlar yerine oturuyor.

Bu yıl içerisinde izlediğim en iyi...Hakkında yarım saat konuşurum ana nedense bir türe oturtasım gelmiyor. O nedenle çok uzatmadan uzay, dünya dışı varlıklar, dil, zaman yolculuğu ve algı gibi kavramlardan en az bir tanesine ilgi duyan herkese önererek kapatayım. Aldığı çok yüksek puanlara da -en azından şimdilik- çok itibar etmeyin (yani biraz edin tabii de, o kadar da değil), son dönemde uzay filmi dendi mi herkes Gravity, Interstellar gibi şeyler görmek istiyor ama Arrival'ın bu filmlerle hiç ilgisi yok. İlle de bir şeylere benzeteceksek Contact ve Independence Day gibi filmler Arrival'ın çok daha yakın olduğu filmler.

Mutlu günler!

5 Kasım 2016 Cumartesi

Hunt for the Wilderpeople

Selam. Kusursuz film What We Do in the Shadows 'da hem eş-yönetmen hem de başrol oyuncularından biri olarak tanıyıp sevdiğim Yeni Zelanda'lı harika insan Taika Waititi, bağımsız sinema açısından bir parça kısır geçen 2016 senesini şenlendirmeye karar vermiş olacak ki nefis bir filmle bizlere selam ediyor. Artık kendisi her ne kadar Thor:Ragnarök gibi gişeyi dağıtacak filmlerin yönetmenliğine kadar yükselmiş bir figür olsa da, içindeki mizah duygusunu ve amatör samimiyetini kaybetmemiş gibi görünüyor. Umarım uzun yıllar da kaybetmez.

Moniker'ın hazırladığı OST çok güzel olduğu için başka bir müzik paylaşmak içimden gelmedi:


İşte son Waititi bebişliği Hunt for the Wilderpeople!


 İyi hissetmek artık pek kolay ya da ucuz bir şey değil. Hatta gittikçe daha da lüks bir hale geliyor. Bu nedenle de insana kendini iyi hissettirebilen şeylerin kıymeti de giderek artıyor. Böyle bir lükse kavuşmanın en kolay yollarından bir tanesi ise şüphesiz iyi bir film izlemek. Bu noktada Hunt for the Wilderpeople için gönül rahatlığıyla 2016'nın en kıymetli işlerinden biri, diyebilirim. Çünkü 101 dakikanın sonunda kendini 101 dakika öncesine göre daha iyi hissetmeyen biri var mıdır, pek sanmıyorum.

Zor bir çocukluk geçirmekte olan ve aslında hali hazırda pek de kolay bir çocuk olmayan Ricky Baker'ı evlat edindirme çabası ile başlayan film, kısa süre içerisinde bir kaçma-kovalama öyküsüne dönüşse bile çok ciddi olaylar ve yansımaları, Ricky ve Hec'in alabildiğine basit tutumu ve samimi arkadaşlığı sayesinde masalsı, başka bir evrene ait gerçeklermiş gibi görünmeye başlıyor. Yeni Zelanda'nın haksızlık derecesinde mükemmel olan coğrafyası bu masalsılığa büyük ölçüde katkıda bulunuyor tabii bulunmasına ama övgülerin çoğu Ricky ve Hec'in neredeyse karikatürize karakterlerinin samimiyetine gitmeli.

Keşke bizim de böyle bir teyzemiz olsa
Dünyada işine bağlılık noktasında eşi benzeri bulunamayacak bir sosyal hizmetler görevlisi liderliğinde yürütülen insan avı ilerledikçe, filmin eteğindeki taşlar da dökülmeye başlıyor. Çok ağır ve alabildiğine gerçek dertleri olan Waititi'nin kendine yüklediği sorumluluğun altında hiç ezilmeden böyle mizahi bir ton tutturarak derdini anlatmayı başarmış olması ise kendisinden beklentimin giderek artmasına neden oluyor. Hele kendisine kıyak geçtiği bir kilise sahnesi var ki, neyse demiyorum bir şey.

Çok da uzatmayayım. Tupac'den Yüzüklerin Efendisi'ne, Hayvan Çiftliği'nden Soğuk Savaş dönemine, Terminator'a ve daha birçoklarına göndermeler, harika müzikler (gerçekten Moniker'in soundtrack albümüne mutlaka göz atın) ve şapşik Yeni Zelanda aksanı bonuslarıyla iyice gönlümü çelen Hunt for the Wilderpeople'ı film seyretmekten hoşlanan herkese gözü kapalı öneriyorum. Öyle dünyanın en filmi filan değil elbette ama izlemezseniz kesinlikle çok şey kaybedersiniz. Ha, tatlı tatlı gözleriniz dolarsa karışmam ama, söyleyeyim.

SHIT! JUST ! GOT ! REAL!' ahahah

Mutlu günler!

23 Ekim 2016 Pazar

Captain Fantastic


Neredeyse bir yıl (tam olarak 360 gün) aradan sonra tekrar selam. Araya giren askerlik, sonrasındaki toparlanma süreci derken epey bir vakit geçti. Neyse ki kazasız belasız bu süreci atlatıp tekrar eski alışkanlıklarıma dönmeye başladım. Yani abuk subuk filmler övmeye kaldığım yerden devam ediyorum. 

Yazının müziği:

Bahsetmek istediğim film ise Yüzüklerin Efendisi ve çok değerli yönetmen David Cronenberg filmlerindeki rolleriyle büyük bir yıldız haline gelen Viggo Mortensen'in olanca karizmasıyla başrolünü üstlendiği Captain Fantastic.

Tatlışlık
İnsanlığın avcı/toplayıcı alışkanlıkları bir kenara bırakıp tarıma, hayvancılığa başladığı zamanlardan itibaren başlayarak insanlığın beslenme alışkınlarını, küresel eğitim anlayışını, organize dinleri, geleneksel toplumun sahip olduğu tüm değerleri ve daha birçok şeyi eleştiren bir bakış açısını, hayatta kalmacı (survivalist) bir babanın 6 çocuğunu doğayla iç içe bir şekilde yetiştirme çabasıyla harmanlayan Captain Fantastic, 90'lar aksiyon sinemasında yan rollerde sıkla karşımıza çıkmış olan Matt Ross'un yazdığı ve yönettiği bağımsız bir yapım.

Baba Mortensen'in senenin en özgün, en "karakter" adamı olması ve etrafının birbirinden şapşik <3 çocuklarla sarılı olması filmin anlatmaya çalıştığı şeyin ağırlığı altında ezilmesini önlüyor. Özellikle Mortensen'e eşlik eden gençlerin oyunculukları kusursuz. Böylece kısa sürede ailenin bir parçası olarak hissetmeye başlamak kaçınılmaz oluyor. Bu durumda da olgulardan uzaklaşıp daha öznel dertlere odaklanıyor, başka bir deyişle filmin diğer boyutuna geçiş yapıyoruz.
Amaan
Kapitalizmden beslenmiş, kapitalizm ile palazlanmış dede ile çocuklarını her alanda kendi putlarını yaratmış bir toplumun parçası olarak yetiştirmeyi kabul etmeyen babanın temsil ettikleri şeylerin arasındaki çatışmadan küçük bir aile dramasına yapılan bu geçiş biraz fazla keskin oluyor ve filmin ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında hafif bir kopukluğa sebep oluyorsa da şahsi fikrim bu kopukluğun filmden alınacak keyfi baltalamıyor olduğu yönünde. Aynı şekilde hikayenin realist bir bakış açısına sahip olması, gerçek dünyada fantastikliğe pek yer olmadığı gerçeğini göstermesini sağlıyor.

Kendisiyle çeliştiği anlar elbette var. Çok daha iyi olabileceği bariz bir şekilde hissediliyor ve bazı açılardan bakıldığında (neden sadece Chomsky övülüyor ya da çocukların aldıkları eğitimleri kullanacakları daha yaratıcı bir kurgu olabilir miydi? vs.) birçok eksiği bulunuyor ama bunlara girmek filmin özelinden çıkıp başka tartışmalara girmeyi gerektirir. O nedenle bana göre eksiğiyle fazlasıyla yeterince özgün ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir film Captain Fantastic.

Çok uzatmayayım, zaten yazmaya yazmaya paslanmışım. Sözün özü Captain Fantastic bu ylın en özgün işlerinden bir tanesi. Karakterleri, KE-SİN-LİK-LE göz atılması gereken müzikleri, harika renkleri ve tatlı-sert işlemeye çalıştığı konusuyla bağımsız sinemanın son yıllardaki iyi örneklerinden. Muhakkak hafızanıza yer edecek sözler, sahneler olacaktır.

"Zehirli su" tüketmemeye özen gösteriniz.
Mutlu günler!