17 Aralık 2014 Çarşamba

Coherence

Selam. Bugün sizlere "Coherence" öveceğim. Bilim-kurgu ve gerilimden çekinen varsa ne olur hemen kaçmasın. Gerçekten güzel bir film bu çünkü. İnsanı germekten ya da işlediği konuya dair bilimsel hesaplamalara zorlamadan ziyade epey beyin fırtınası yaptırıyor. Üstelik sırtını efektlere zerre dayamadan başarıyor bunu. Çok ilginçli değil mi?

Müzik de güzel hem: 



Schrödinger'in kedisini duymayan yoktur herhalde. Kuantum fiziği ile algılayabildiğimiz, hadi "dünya fiziği" diyeyim, arasındaki geçişi açıklamaya yarayan basit bir deney. Teoride kalmış bir şey tabii de olabilecek en düz haliyle anlatmak gerekirse bir kutunun içerisine kapatılmış bir kedi ve onu %50 ihtimalle öldürebilecek bir mekanizmadan (bozunma ihtimali olan radyoaktif bir izotop, foton tetikleyiciye sahip bir tabanca, vs) ibaret olan bu deneyde tüm olay birinin gözlemci olarak deneye katılıp kutuyu açarak olaya müdahil olmasındadır. Bize göre kedi %50 ihtimalle hayatta iken kuantum fiziğinde oranların bir anlamı kalmıyor ve kedi hem ölü hem de canlı kabul ediliyor. Zira silahın ateşlenip ateşlenmeyeceği kutuyu açmadan öğrenilmesi imkansız bir şey. Ya da izotopun bozulup bozulmadığını anlamak. Gözlemlenemeyen bir deney olduğu için ortaya attığı paradoksun çözümü de yok elbette.

Fazlaca yüzeysel geçiyorum ki canlar sıkılmasın. Dileyen daha detaylı araştırabilir tabiisi. Zira "Coherence" da hemen hemen benzer bir prensip üzerine inşa edilmiş bir öyküye sahip.



"Coherence", bir kuyruklu yıldızın dünyaya çok yaklaştığı bir gecede toplanan 8 arkadaşın gece boyunca yaşadıklarına odaklanıyor. Kuyruklu yıldızın geçişi nedeniyle yaşanan aksaklıklar neticesinde elektrikler kesiliyor ve tüm mahalle karanlığa gömülmüşken 2 blok ötede bir evin aydınlık olduğunu fark eden karakterler ne olup bittiğini anlamak ve yardım çağırmak için o eve gitmeye karar verince çarşı pazar karışıyor. Gerisine hiç girmiyorum ki tadı kaçmasın.

Düşük bütçesi ve yenilikçi tavrı ile ayrıca beğendiğim Coherence'ın en temel özelliği bir yandan kafada deli sorular yaratırken diğer yandan da insanı diken üstünde tutabilmesi. Bahsettiğim şey gerçek bir gerilim tecrübesi değil, daha ziyade bilinmezin yarattığı heyecan ve merak ile tetiklenen bir stres. Baş kahramanımız Em (Emily Baldoni)'in odağında paralel evrenler ve sonsuz olasılıklar içerisinde bir seyahate çıkıyoruz. Neyin ya da kimin ilk ihtimaldeki özne olduğunu anlamak için ortaya atılan, rastlantısal bir şekilde seçildiği düşünülen (acaba?) nesneler, belirleyiciler falan derken kendinizi filme kaptırıyorsunuz.


1908 yılında yaşanan Tunguska olayını kendine yol gösterici olarak belirlediğini her saniye hissettiren filmin %90'ı tek mekanda geçiyor. Ya da bize öyle geliyor. O mekandan milyarlarca var neticede ve bir tanesi bile diğerinin aynısı değil. Böyle olunca aslında mekan açısından gelmiş geçmiş en zengin 3-4 filmden biri olduğunu bile iddia etmek mümkün.

Üstteki paragrafı okuduktan sonra yüzünüzün aldığı şekil bence bunlardan biri.

Merak ettirmekten başka bir çabam olmadığı için çok uzatmak istemiyorum. Tamamen indie kaygılarla, çok kaliteli bir bilim-kurgu hikayesi anlatıyor Coherence. Birkaç kişi birlikte izleyin mümkünse, sonrasında bol bol kafa patlatırsınız. İlk başta her şey çok karmaşık ve film ne anlatmaya çalışıyor belli değil gibi görünse de yarım saat içinde toparlıyor. Bu senenin en iyilerinden biri. Kaçırmayın.

Mutlu günler.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Enemy: Asıl düşman kim?

Selam. Üniversitedeyken "Metin Çözümlemesi" dersi için yazmam gereken rapor yüzünden rahmetli Ahmet Uluçay'ın "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" adlı filmini tekrar tekrar izlemiş, alt metinleri, simgeleri, metaforları derken aklımı oynatacak raddeye gelmiştim. Elbette bunda raporu teslim tarihinden bir gece önceye kadar ertelemiş olmamın payı büyük, ancak konumuz benim tembelliğim değil.

Denis Villeneuve, özel bir dünya yaratmakta başarılı bir yönetmen. "Incendies"  ve "Prisoners" gibi filmler ile kendini sevdiren (plasedeki "Maelström"'i de unutmayalım) ve filmlerinde belirli bir renk ahengi ile kendi dünyasını rahatça izleyiciye kabul ettiren bir isim. Bu yazıya konu olan son eseri "Enemy" ise yönetmenin en soyut, en zor anlaşılır filmi. O nedenle seyirlik bir şeyler arayanlar, yahut izlediği filmde olan bitene kafa patlatmak istemeyenler uzak durabilir bu filmden. Ha yok ben deliyim, uğraşıp dururum filmle diyorsanız o halde yazının devamını okurken arkada çalacak müzik şöyle bir şey:


Enemy izleme rehberine geçebiliriz artık. Yazının devamı bir parça spoiler içeriyor olabilir ancak filmi izlerken ya da izledikten sonra doğru çıkarımları yapabilmek için ne yazık ki bu şart:


Ünlü romancı José Saramago'nun "The Double" adlı romanından uyarlanan "Enemy" filminde Jake Gyllenhaal eşinin hamile kalması ve "baba" olacak olmanın stresi ile birazcık kafayı yiyor. Fakat iyi yiyor. Kabul edelim, güzel yiyor.

Evvela şunu belirteyim; işlenen konu aslında oldukça evrensel bir buhrana işaret eden cinsten. İmgesel anlatımın sınırlarını zorlayan biçem nedeniyle çok şahsi bir mesele anlatılıyor gibi görünüyor olsa da kendini sıkışmış hisseden bireyin, baskıya tahammül edemeyerek farklı bir arayış içine düşmesi her insanın hayatında bir dönem yaşadığı bir şey aslında.

Hayır, bu geceleri Kanal D'de gördüğünüz "Dev Örümcekler" serisinin devam filmi değil.

Filmde iki farklı Jake Gyllenhaal ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Biri tarih öğretmeni, biraz nevrotik, epey depresif bir adam. Diğer Jake ise havalı kıyafetleri, hızlı motorsikleti ile bir aktör. İki farklı yaşam biçimi olarak değerlendirin bu karakterlerin özelliklerini. Depresif Jake bir gün bir film izliyor ve filmde kendisine tıpatıp benzeyen aktör Jake'i görüyor ve bu adamın peşine düşüyor. Tarih öğretmeni (Adam) esas adamımız, aktör (Anthony) ise yan eleman yani. Buraya kadar tamamız. Örümcekler ne ayak, ona birazdan bakacağız.

Filmin hemen başında Adam'n annesi telefonda "Yeni daireni gördüm. Bu halde nasıl yaşıyorsun?" gibi bir cümle kuruyor. Adam ise hamile karsını terk edip uyduruk bir yer tutmuş, burada sevgilisiyle yaşamakta. Demek ki annenin gördüğü yeni daire bu uyduruk yer olmalı, değil mi? Gündüzleri tarih öğretmenliğine devam ederken, geceleri kulüplere giden, seksten sekse koşan bir adama dönüşmüş Adam. Sevgilisi bile var. Tarih öğretmeni Adam, kendisine kaçış olarak Anthony'yi yaratmıştır yani. Karısndan, işinden, hayatın kendisinden kaçtığı bir başka persona oluşturmuştur.

Ortalık biraz karışıyor, evet.

Yine filmin başındaki gece kulübü sahnesinde seksi bir kadın elinde tepsiyle gelir ve tepsiden bir örümcek çıkar. Topuklu ayakkabısı ile örümceği ezmek üzereyken sahne kapanır. Anthony "ne arıyorum ben burada," bakışları içerisinde bizlere parmağındaki alyansı gösterir. Bunu da cebe atalım. Bir üst paragraftaki bilgiler ile burayı karşılaştırıp kim esas adam bir daha düşünün o zaman.

Örümcek, filmde kontrolü ve otoriteyi temsil ediyor. Tarih öğretmeni Adam'ın derslerinde işlediği konuyu düşünürseniz, şehrin üzerinde gezen örümceğin ne anlama geldiği daha açık bir hale gelebilir. Burada numara yapmıyorum, gerçekten de örümcek muhabbetinin anlamı bu.

Filmde sürekli bahsi geçen altı aylık zaman dilimi de hamileliğin başlangıcına ve Adam'ın kafayı yediği zamana işaret ediyor. Ajanstaki muhabbeti hatırlayın. 

"Kaos, anlaşılamayan bir düzen biçimidir." Filmin ana cümlesinde bahsi geçen kaos, Adam'ın zihnindeki kaostur. Geçmiş ile şimdiki zamanda, hatırlamak ve yaşamak arasında gidip gelen olay örgüsünün yarattığı kaosa işaret ediyor bu cümle de. Güzel ağabeyciğim, madem kadın hamile kalınca kafayı yiyeceksin, alsana bunun önlemini ya. Delirttin burada bu kadar insanı. Hayret bir şey.

Bu şimdi Anthony'nin eski sevgilisi mi, o anki bir çekim mi, yoksa Adam'ın sevgilisi mi ?

Tabii şöyle de bir durum var ki aslında Anthony esas eleman olabilir. Anlatıcı rolünde karşımıza çıkan kişi Anthony çünkü. Üstelik Adam da sürekli aynı dersi veriyor okulda. Yani sanki bir rüya yaşanıyor orada. Sanki Adam karakteri hiç yok. Kafalar karıştı mı? Ne güzel.

Örümcekteki cinsel sapkınlık ve kontrol/otorite sembolünü, iki karakterdeki ortak kimi sapkınlıkları (yukarıdaki karenin yer aldığı sahneyi bir daha izleyin) -Jake'in diyeyim artık da devreler yanmasın- annesinin verdiği çok sağlam ipuçlarını ıskalamayın derim filmi izlerken. Bunun dışında Adam mı gerçek, Anthony mi gerçek tartışmasını kendi zihninize bırakayım. Ha, son sahneye kadar muhtemelen tüm bu yazdıklarım havada kalacak muhtemelen ama sonrasında yavaş yavaş parçaları birleştirip büyük resmi görmeye başlayacaksınız bence. O ana gelene kadar cebinize atmanız gereken şeyleri göstermeye çalıştım sadece.

Denis Villeneuve artık gözümde özel bir yönetmen haline geldi. Hem kurgusu, hem renkleri, hem de izleyiciyi epey zorlayan anlatımıyla Enemy'yi çok özel bir yapım haline getirmeyi başarmış. Filmi izleyenler beni bulsunlar da biraz daha muhabbetini döndürelim. Zira ne kadar yazsam da yeterli gelmiyor.

Adam (Jake değil, Denis olan adam) 95 dakika bizim kafamızı karıştırmış durmuş, o halde ben de şu yazıda biraz kafa karışıklığına sebep verebilirim diye düşünüp biraz muziplikler yapmış olabilirim. Hoş görünüz.

Mutlu günler.










5 Aralık 2014 Cuma

Stonehearst Asylum ya da Eliza Graves

Selam. Ben Kate Beckinsale'i seviyorum. Yani epey seviyorum. Şimdi nereden baksanız istediği takdirde evi arabayı satacak kadar seviyorum. Allah hep Kate'e vermiş, başkalarına pek vermemiş gibi geliyor bazen. Sonra geçiyor, ama bazen de bu böyle gibi.
Hislerimi aradan çıkaralım da, yazının bekasına musallat olmasınlar diye böyle coşkulu girdim. Yoksa tabii Kate de bir evin bir kızıdır, Allah sahibine bağışlasın. Gözümüz yok. Çok yok.


Ben Kingsley, Micheal Caine ve Brendon Gleeson ağabeyleri de çok seviyorum ama onlara sevgim daha bir uzaktan, daha bir seviyeli tabii. Ne diyecektim, hah Stonehearst Asylum. Ya da Eliza Graves. Biraz kararsız kalınmış bu konuda. Önce Eliza Graves imiş. Sonra Stonehearst Asylum olmuş. Neticede deli filmi, normal bu tip şeyler.

İsimler ve konsept yeterince ilgi çekmediyse birazdan Edgar Allan Poe'dan da bahsedeceğim, daha artık ne yapayım yani. Fakat önce müzik:




Kafasını eğip bakmayan bizden değildir.

Eliza Graves, Edgar Allan Poe'nun kısa bir öyküsü aslında. Yeni mezun olmuş bir doktor olan Edward Newgate, pratik yapmak üzere Stonehearst akıl hastanesine gelir ve burada karşılaştığı Dr.Lamb (Ben Kingsley) ve histeri hastası Eliza Graves sayesinde kendisini çeşit çeşit olayların içerisinde bulur. Tabii hikaye bu kadar basit değil ve insanı merak ettiren bir havası olduğunu da söylemek gerek.
Üstelik Poe'nun kendine has gerginliği ve gotik atmosferi olduğu gibi filme de tecelli etmiş ve böylece özellikle "Makinist" ile akılları alan yönetmen Brad Anderson'ın uyarlaması dönem sinemasından hoşlananları 19. yüzyılın son günlerine alıp götürüveriyor. 



Gözlerimi Kate'den alabildiğim zamanlarda gördüğüm kadarıyla Ben Kingsley de harika oynamış.

Filme hakim olan Poe etkilenimleri ve biçemine yerleşen bu dönemsel atmosfer sayesinde rahatça içine girilebilen bir film olmuş Stonehearst Asylum. Enfes kadrosu ve bu kadronun kalbur üstü performansının etkisi de yadsınamaz elbette. Bir de o kadar başarılı olmasa da "Shutter Island"'ı hatırlatan zeki kurgusu ve Anderson'ın Viktoryan dönemine ait tıp algısına ilişkin imgeler ile yarattığı gerilim sayesinde Poe'nun oldukça kanlı olan öyküsü çok daha yumuşak hatlara sahip bir hale gelmiş. "Session 9" ve "Transsiberian" gibi filmlerle özgün sinema perspektifini net bir şekilde ortaya koyan Anderson burada da filme belirli bir karakter kazandırma konusunda aslan payına sahip.


:(

Giriş ve gelişme esnasında her şey yerli yerindeyken finale doğru yavaştan sallanmaya başlıyor Stonehearst Asylum. Kimi güzel fikirler, üstünkörü ele alınmış ve son tahlilde kekremsi bir tat bırakıyor insanda. Buna karşın 1 saat 52 dakikalık süresi sona erdikten sonra akıllarda kalan pek bir şey olmamasına, tematik içerik noktasında oldukça kuru kalmasına ve herhangi bir türe ait sayılamayacak kadar havada kalan yapısına rağmen Stonehearst Asylum süresi boyunca izleyiciyi tatmin edecek, ilgisini sıcak tutacak bir film olarak kaldı aklımda. Konusu, oyuncuları ve dönemsel tadı ile sevdiğim o kadar çok şey bir araya toplanmış ki, beğenmemem imkansız gibi bir şeydi zaten. 

Yine de keşke bu kadar harika bir kadro, bu kadar özgün bir yönetmen ve bu kadar harika bir öyküden çok daha akılda kalıcı, çok daha türe seviye atlatan bir film izleyebilseydik, diye iç geçirmeden edemiyor insan. Bu kadar farklı ve perdede enfes yansımalara sahip olabilecek elementlere sahipken neden biraz daha özenilmediğine şaşırıyor, hatta üzülüyorum biraz. 

Edgar Allan Poe, akıl hastanesi konsepti, Viktoryan dönemi, akıl hastalıkları tedavisindeki türlü denyoluklar, twistli kurgu ve bu enfes kadro gibi özelliklerden bir veya birkaçı ilginizi çekiyorsa mutlaka izleyin. Hiçbiri özellikle ilginizi çekmiyorsa çok da şart değil. Mutlu günler.




19 Kasım 2014 Çarşamba

Interstellar

Selam. Adı geçtiğinde ceketimizi iliklediğimiz usta yönetmen Christopher Nolan'ın yeni filmi "Interstellar" - "Yıldızlararası", farkında olduğunuz ya da olmadığınız üzere şu sıralar fırtınalar koparıyor dünyada. Gelen çeşit çeşit yorum ve eleştiri bir yana, Nolan'ın bu yılın en ilgi çekici ve akılda kalıcı işlerinden birine imza atmış olduğu konusunda herkes fikir birliği içerisinde gibi duruyor.

Hakikaten de pek çok farklı açıdan değerlendirilebilecek bir film Interstellar. Ben işin daha artist taraflarını başkalarına bırakarak, ömrümde izlediğim en iyi iki-üç filmden biri olan Interstellar'ı bende yarattığı etkiye göre değerlendirip, olur da izlemeye ikna edersem diye kaleme alıyorum bu yazıyı. Yalnızca Interstellar ile ilgili abuk subuk fikirlerim, anlamsız gaza gelişlerim filan olacak, spoiler endişesi taşıyan var ise müsterih olsun.

Müzik: 






Küf nedeniyle insanlığın gelişim uğraşılarının yerini hayatta kalma çabasına bıraktığı, varlığın bir veya birkaç sonraki jenerasyonda devam edip etmeyeceğinin dahi belirsiz olduğu bir durumu ortaya koyarak açılıyor Interstellar. Romantik komedilerin karizmatik kovboy çocuğundan adamakıllı bir oyuncuya evrilen kariyeri ile son yıllarda sıklıkla kendinden söz ettiren Matthew McConaughey'in canlandırdığı eski NASA pilotu, yeni çiftçi Cooper karakteri de tıpkı insanlığın kalanı gibi önceliklerini değiştirmek zorunda kalmış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Cooper kaybettiği eşinin babası, genç oğlu ve küçük kızı ile beraber yaşadığı bir çiftlikte, etrafındakilerin hayatını idame ettirmesini sağlamaya çalışırken kızı Murphy'nin merakı sayesinde Nolan izleyiciyi insanlığın hayatta kalma mücadelesini bir kenara bırakmaya zorlayıp uzayda yeni bir "dünya" bulma çabasına ortak ediyor.

Mısırların arasında gezeceğine kaldır kafanı da yukarıya bak bir, diyor.

Ayrı ayrı filmlere konu olabilecek farklı birçok bölüme ayırabileceğimiz hikayeden devam edersek; bulunduğumuz gezegenin insan için yaşama elverişsiz bir hale gelmesi ile başlatılan bir proje kapsamında on iki kaşif on iki farklı gezegene, bu gezegenlerden herhangi birinin insanlığın sürdürülmesine elverişli olup olmadığını test etmek amacıyla gönderilmiştir. Yalnızca üç gezegenden olumlu sinyaller alınmaktadır ve Cooper'ın önderliğindeki bir keşif ekibi, "Gargantua" solucan deliği aracılığıyla bu gezegenlere, oraya yıllar önce gitmiş olan kaşiflere, kısaca insanlığın kurtuluşuna doğru bir yolculuğa çıkarlar. Olaylar olaylar.

Arkalarından su döken olsa belki de o 23 yıl...Neyse.

Interstellar'ın en ilginç tarafı bilim-kurguyu insana ait en temel ögeler ile anlatabilmesi belki de. Temelinde yer alan ve şimdiye değin beyaz perdede örneğine rastlanmamış bir şekilde anlatılan "solucan deliği", "zamanın göreceliliği" gibi kavramlar "Belki de aşk, zamanın, uzayın ötesine geçebilen bir şeydir..." kadar ucuz görünen bir cümleden ortaya çıkan fikirlerin desteğiyle seyirciye aktarılıyor.

İnsan olmanın belki de tek müthiş özelliği olan sevebilmeyi, aşık olabilmeyi öyle güzel yerlerde, öyle nokta atışı diyaloglar ile veriyor ki, dolmayan gözlere göz denmemesi için her türlü kampanyaya ismini yazdırası geliyor insanın. 

Bir yandan karakterlerden ziyade olgular üzerinden ilerleyen drama ögeleriyle, bir yandan da Nolan'ın özellikle sevdiği, olay örgüsünün akmaya devam ettiği esnada bir sonraki çözümlemeyi seyirciye yaptırarak filmi bir tecrübeye dönüştüren ögeleriyle, çok tartışılan ve benim pek takılmadığım 169 dakikalık süresi boyunca Interstellar'ın yarattığı hissiyatlar o kadar birbirinden farklı ve fakat her biri öyle yoğun, öyle keyif veren şeyler ki, gerçekten de filme dair yazılıp çizilen bazı şeyleri görünce hayret ediyorum.

En durağan C hangisidir? Tabii ki Endurance.

Nedense Türk insanın sürekli yaptığı "E bir tek Amerika var değil mi dünyada?" bazlı, ABD bayrağının beyaz perdede görünmesiyle fitili ateşlenen yorumlardan tutun da, filmin "bitememesi" sorununa, Cooper dışında neredeyse hiçbir karakterin içinin doldurulmamış olmasına, olay örgüsündeki kimi kopukluklara kadar her türlü eleştiriden haberdarım. Mantıklı bir-iki tanesine de oldukça katılıyorum hatta. Fakat inanır mısınız, tüm bunlar zerre umurumda değil ve Interstellar'ın hayatımda izlediğim en güzel iki-üç filmden bir tanesi olduğu düşüncem hala yerli yerinde duruyor.

Buna espri bulamadım.

Interstellar özelinde Nolan'ın üzerinde durmaya çalıştığı noktalar o kadar keyifli ve Interstellar da bu noktaları o kadar başarılı bir şekilde ortaya koyuyor ki, kendi kendime "Neden filmi didikleyerek, hata arayarak ya da eksiğini bulmaya çalışarak bu harika deneyimden kendimi yoksun bırakayım ki?" sorusunu sormadan edemiyorum. Çok tartışılan ama toplamda 5-10 dakikalık bir bölüm dışında ilgiyi her zaman yüksek tuttuğunu düşündüğüm 169 dakikalık süresi boyunca umudun değişkenliği, zaman zaman insanı biraz düşünmeye zorlayan kurgusu, enfes görselleri, daha da enfes ses ve müzikleri, DAHA DA enfes diyalogları ve hakikaten de ortalama zekaya sahip birinin anlayabileceği şekilde anlatılmış teorisi ile Interstellar'dan keyif almaya bakın ağabey. Bu seferlik koca harflerle başlayan "ama"'lı cümleler kurmayıverin.

Bazen çok güzel oluyorsun Anne Hathaway. Sırf bunu demeye koymadım fotoğrafı tabii, Anne de oynuyor filmde.

Christopher Nolan, Interstellar ile her filmde ayrı bir manifestoyu önümüze sunma alışkanlığını sürdürüyor. Bu defa içerik çok tanıdık olsa da, biçem olarak çok farklı bir yol izliyor, tek fark bu. Baktınız işin teorik fiziğe dair boyutu sizi aşıyor, ya da bayıyor, insanlığın kurtuluşundan bireyin temel korku ve arzularına, keşif olgusunun altında yatan heyecana, aileye, sevgiye, aşka, ayrılığa odaklanın. Yahut tam tersi işte. İkisini birden tecrübe etmek ise şahsım adına hayatımda geçirdiğim en ilginç ve en yoğun üç saati sağladı bana. 

Interstellar hayatımda izlediğim en iyi birkaç filmden bir tanesi. Sabaha kadar anlatasım falan olsa da spoiler yok dedim, susuyorum o yüzden. Bir bu kadar da filmdeki yerçekimi, ağırlık/kütle, zaman, uzay ve benzer şeyler hakkında yazılabilir film hakkında. Eğer dilerseniz Google'a Kip Thorne ve Neil deGrasse Tyson yazıp tavşan deliği ne kadar genişmiş bir bakabilirsiniz. Çok da uğraşmayın derim, zira bunlar yalnızca Nolan'ın kendini ifade etmesini sağlayan araçlar. Interstellar'ın anlatmaya çalıştığı şeyler çok daha başka. Mutlu günler.

20 Eylül 2014 Cumartesi

The Grand Seduction

Selam. Ben Brandon Gleeson insanını çok seviyorum. Ne bileyim, seviyorum epey. Hangi rolü verseniz öyle bir canlandırıyor ki, hakikaten o karakterin gerçekten var olduğuna inanmak istiyor insan.
 "Braveheart"'daki iri yarı Hamish rolünden beri seviyorum herhalde kendisini. Hem "Gangs of New York" sonrası filan, yani sevimli bir çatlaklık da oluyor rollerinde. "Harry Potter"'da bile en acayip karakterlerden biriydi mesela (Mad Eye Moody). Bakın "The Guard" ile ya da "In Bruges" ile bana attırdığı kahkahalardan falan bahsetmeyeyim şimdi. Menelaus'u da harika oynamıştı bak. Hele en son "Calvary" ile nasıl da güzel şe...

Yahu neyse. 
Bugün de bu ağabeyin başrol oynadığı, önceki yazılarda tanımını yaptığım feel good movie sınıfına birazcık torpille de olsa girmeyi başarabilecek, mizahi yönü epey kuvvetli bir film olan 2013 yapımı "The Grand Secution"'a bakacağız.

 Müzik:



...The Grand Seduction:



Çaresizliğini çıplaklığıyla gizlemeye çalışan filmlerden birini andıran ismini bir kenara bırakırsak, "seyirlik" diye tabir edilen film türünde - yani süresi boyunca izleyiciye keyif veren, sonrasında ise akıllara, kalplere kazınmasa dahi iyi bir şekilde hatırlanan filmler arasında - üst sıralarda kendisine rahatlıkla yer bulabilecek The Grand Seduction, her ne kadar 90'lardaki öncülleri kadar kalifiye ve bütünlüklü bir yapıya sahip değilse de uçup kaçan kahramanlar ile patlayan uzay gemileri arasından sıyrılmayı haydi haydi başarıyor. Nasıl koydum lafı ama ya. Lan az değilim ha. 



Simon ne yapacağız?

Özetleyelim: "Tickle Head", harika bir isme sahip, küçük bir balıkçı kasabasıdır. Tek derdi emeğinin karşılığını aldığını hissettiği bir günün ardından sevdikleriyle bir araya gelebilmek olan insanların yaşadığı bu sevimli kasabada bir süre sonra balıkçılık bir meslek olmaktan çıkar ve böylece halkın büyük bir bölümü yıllar içerisinde yavaş yavaş şehre göç etmek zorunda kalır. Geriye kalan hepi topu 120 kişinin tek şansı ise kasabaya kurulması muhtemel geri dönüşüm fabrikası ve orada bulabilecekleri iş imkanlarıdır. Fakat fabrikanın kurulması için kasabada ikamet eden bir doktorun bulunması gerekmektedir. Artık kasaba halkının tek çaresi bir doktor bulup onu kasabaya yerleşmesi için ikna etmektir. Doktor bulunur bir şekilde. Sıra onu ikna etmektedir. Bunun için de kimi bazı beyaz yalanlar söylemek gerekiyorsa ne yapsınlar artık, söyleyeceklerdir tabii.



Fabl diye bir şey vardı, hatırlar mısınız? Hani güldürürken düşündüren, sonunda ders veren, horozun, papatyanın filan dile geldiği öyküler.Ezop, La Fontaine falan. İşte: The Grand Seduction da bir fabl aslında. İyi ve kötü ile gerçek ile yalanın hudutlarında, almak isteyene güzel mesajlarla dolu, bir yandan kıkır kıkır güldürürken, çaktırmadan huzurunu kaçırıp "ne olacak ama böyle yani, olmaz çocuklar aaa," da dedirten sevimli bir fabl.



Soldan sağa: Baş sorumlu Murray, olanlardan bihaber doktor Paul, Murray'in çılgın yardımcısı Simon.

115 dakikanın sonunda büyük oranda keyifli, bir parça düşünceli, genel anlamda pozitif bir halde kalkıyorsunuz filmin başından. Kimi anlarda çok iyi pozisyonları golle bitiremiyor olmasına ve genel olarak senaryosu açık bulmaya hayli müsait olmasına rağmen yeterince iyi bir alışveriş gerçekleştirmeyi başarıyor The Grand Seduction. Güzel bir 115 dakika geçirmek isteyenlere tavsiye ediyorum. Olur da "yahu evet, ne güzel böyle filmler vardı eskiden," gibi şeyler gelirse aklınıza diye 2-3 tane de eskilerden bırakayım buraya, alan alsın:
Hollywood Doc
Local Hero

Bir yerimden fabl uyduramayacağım için şimdi direk mesaja geçeyim:


İnsanları kandırmak çok kolay, tamam. Fakat kandırmasak daha iyi değil mi? Sizi kandırsalar iyi mi mesela? Değil tabii. Ya da zamanında sizi kandırdılar diye neden siz de daha önce kandırmamış birini kandırarak bu döngüye yeni bir kandırıkçı daha ekleyesiniz ki? Hiç.


Mutlu günler.








27 Ağustos 2014 Çarşamba

Locke

Selam.
Hayatta sürekli olarak hepimizin başına bir şeyler geliyor. Genellikle hatalar silsilesi ile geçen ömürlerimizi, başka insanlara yediğimiz bokları çaktırmamaya çalışarak yaşıyoruz falan, değişik gibi epey. Bu yazın en şaşırtıcı filmlerinden biri olan Locke da enteresan duygulara hitap eden, biçim olarak da enteresan bir film.


Müzik:




 
Filmekimi kapsamında da ülkemizde gösterilen Locke, Tom Hardy'nin canlandırdığı Ivan Locke adlı bir şantiye şefinin yaklaşık 90 dakika sürmesi beklenen bir araba yolculuğuna odaklanıyor. Tek mekan, tek oyuncu temelli filmin senaryosu Locke'un telefon konuşmaları üzerinden ilerliyor. Sadece bu özellikleri ile yeterince ilgi çekici olmayı başaran film, Hardy'nin sürekli gelişen oyunculuğunun üzerinde daha da yükseliyor. 

Bronson'da tek başına bir filmi belirli bir seviyeye getirebileceğini gösteren Tom Hardy, Steven Knight'ın yazıp yönettiği filmin en önemli unsuru elbette. Hardy'nin Welsh'e yakın aksanı, karakterinin yaşadığı sürece ait duygusal hezeyanları dışa vuruşundaki kusursuzluğu ile Knight'ın izleyiciyi hiç bunaltmayan sinematografisi, aslında bu temelde var olan filmlerin olmazsa olmazı "bilinmezliğin yarattığı gerilim" den yoksun olmasına rağmen Locke'u türdeşleriyle eşit, hatta kimilerinden daha yukarıda bir seviyeye taşıyor. 


Locke'un ailesini, işini, evini kaybetmeyi göze alarak çıktığı bu yolculuğun tetikleyicisi aslında çok sıradan ve basit. Bu nedenle senaryoda herhangi bir şaşırtmacaya yer verilmemiş. "I've made my decision," sözüyle Ivan Locke da filmde neler yaşanacağını izleyiciye net bir şekilde söylüyor zaten. İşin güzel tarafı ise film başladıktan kısa bir süre sonra Locke'un ailesi, işi ve uğruna yolları düştüğü kişi ile yaptığı telefon görüşmeleri sayesinde finalde ne olacağını zerre umursamayan, sadece Locke'un kararının mümkün olabilecek en iyi sonuçlar ile en az zarara yol açarak hayatına etki etmesini umma üzerine kurulu bir beklenti ile filmi izler hale gelmek.

Karakterin geçmişindeki baba krizi, Locke'un kararının da en büyük tetikleyicisi olarak karşımıza çıkıyor. Babasızlığın acısını çok iyi yaşamış olan biri olarak aynı şeyi tek suçu bu dünyaya gelmek olan bir başkasına yaşatmaya, yıllarca bu yüzden kendi babasına duyduğu nefret nedeniyle, sırf ona benzemediğini kendine kanıtlayabilmek için bile olsa, vicdanı el vermiyor. 


İşin bir başka güzel tarafı da finaldeki "sinema" oyunu. 85 dakika araba gibi dar bir alanın içine tıkılan izleyici, yalnızca finalde, belli bir sesin duyumu sayesinde ilk ve son kez arabanın dışına çıkıyor. Bu kısmı da zaten Locke'un yolculuğuna eşlik ederken ister istemez yaşadığımız birbirinden farklı duygunun üstüne bal kaymak eklemiş gibi oluyor.

Sinemaya birkaç hafta önce gelmiş ve gitmiş bir film Ivan Locke. Şu an internette veya belki Cinemaximum'un eski filmleri 3 TL'ye gösterme muhabbetinde bulabilirsiniz. Nereden bulursanız bulun, bir şekilde izleyin ama, derim. Yaşamın zorluğunu, hayatın en çetrefilli zamanlarında bile bazı sorumluluklardan nasıl kaçılamadığını (telefon numarası muhabbeti filmdeki en acayip andı), düşüncesiz tek bir hareketle yıllar süren bir inşanın nasıl yok olabileceğini (burada da Locke'un iş hayatı diyalogları ile yediği bok sonrası hayatında yaşananlara bakarak ufak bir analiz yapın ve "VAYS BEEE!" deyin istiyorum) tek oyuncu, tek mekan üzerinden daha iyi anlatabilen bir film hatırlamıyorum herhalde. Kesinlikle harika.

Bir şeye karar vermek bir insanın hayatta yapması gereken en zor şey herhalde.

Mutlu günler.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Transcendence

Selam. Bugün kimilerinin suratından illallah ettiği, kimilerinin ise kendisini gördüğünde erotik hayallere kapıldığı bir isimden, Johnny Depp'den ve son filmi Transcendence'dan bahsedeceğim, hadi bakalım. Önce müzik:


Mayın ayının son günlerinde, ülkemizde "Evrim" adıyla gösterime giren Transcendence:



Yazıya uzun zamandır Johnny Depp'in yer aldığı iyi bir film izlemediğimi belirterek gireyim. "Jack Sparrow" karakterinin devasa bir pazarlama ürününe dönüşmesinden duyduğu rahatsızlığı zaman zaman -hiç samimi olmasa da- dile getirmesine karşın tamamen duygusal sebeplerden sürekli yeni bir Karayip Korsanları projesinde yer almaya devam etmesi ve zamanında Tim Burton'a teslim ederek zaten bir nebze kontrolünü yitirmeye başladığı kariyerinin hakimiyetini iyice kaybetmiş durumda olması aslında epey üzücü. Eskiyen yüzüne ve tekdüze, durağan performansına rağmen zaman zaman doğru projelerde de yer alabiliyor. Transcendence da bu projelerden bir tanesi gibi dursa da aslında yine vasat bir iş. Fakat bu sefer suç Johnny'de değil. 

Johhny'ye eşlik eden isimler Rebecca Hall, Paul Bettany ve Morgan Freeman.

Christopher Nolan'ın yapımcılığını üstlendiği filmin oldukça iddialı ve özel bir de konusu var: Transhuman. Yani bir nevi insanın makineleşmesi. Nanoteknoloji ve nöroanatomi ile oluşturulacak bir yapay zeka sayesinde insanlığın bir sonraki safhaya geçebileceğini düşünen Doktor Will Caster'ın, bir noktada "yapay Tanrı" sayılacak bu yeni teknolojiye karşı gelen radikal bir grubun saldırısına uğraması ve ölmeden hemen önce eşi ile birlikte kafalarındaki projeyi hayata geçirmeleri ile gelişen olaylar işleniyor filmde. 


Bilim-kurgu türü altında sayılan Transcendence'ın ne kadar tatmin edici olabileceği aslında biraz da izleyicinin beklentisine ve donanımına bakıyor. Daha önce "The Lawnmover Man" gibi, "Eagle Eye" gibi filmleri izlemiş, bilim-kurgu türü filmlerle içli dışlı olmuşsanız Transcendence'ın romantizm dozu tadınızı kaçırabilir. Buna karşın ilginç hayalleri olan sıradan iki insanın hikayesini izleme fikri cazip geliyorsa ve detaylarda karşılaşılabilecek enteresan bilgiler ile insan neslinin bir sonraki evriminin nasıl gerçekleşeceği üzerine düşündürebilmesi sizin için yeterli olursa, Transcendence fena olmayabilir. 

Biraz da Nolan etkisiyle şekillenen kadroda Freeman kaşesini almış, gerisine karışmamış.

Wally Pfister ilk kez geçtiği kamera arkasında epey tözekliyor. Jack Paglen'ın kaleme aldığı senaryo ise eksikliklerle dolu. Yine de alt metinleri o kadar sağlam ve yarattığı çatışma o kadar ilahi bir noktada ki, tüm eksikliklerine rağmen insan kendini filmden keyif almış, üzerine düşünüyorken bulabiliyor. Son tahlilde daha usta kişilerin elinde çok daha başka yerlere gidebilecek, yeni bir "The Matrix" serisi haline bile gelebilecek bir fikir oldukça dandik bir şekilde kullanılmış, o ayrı.

Kısaca bir-iki şeyden bahsetmek gerekirse; dünyanın tüm bilgisine anında erişebilen bir zekanın Faraday Kafesi karşısında çaresiz kalması, film her vites artırdığında romantizm kasisleriyle karşılaşmamız, neden orada olduğu hiç belli olmayan ve Washington'ı aradıktan sonra elde edebildiği tek şey tarihi eser havan topları olan Ajan Buchanen, komple Morgan Freeman ve özgür iradenin aslında bir tür gizleme aracı olduğu fikrinin BOK GİBİ işlenmesi, olarak özet geçebileceğim bir takım sıkıntılar mevcut ne yazık ki.

Kült bir seriye dönüşebilecek, Asimov'u bile şaşırtabilecek güce sahipken neden olmamış, bilemiyoruz elbette. Bu sayfada yer almasının asıl sebebi de bu aslında bir yerde. Efsane haline gelebilecek bir fikir nasıl hiç edilir, bunu görmek için bile olsa Transcendence'ı izleyin. Bir parça beyninizi gıdıklamayı başarırsa bu konuyu ele alan daha eski ve herhangi bir pohpohlamaya ihtiyaç duymadan kült olmuş filmlere bir göz atın. Mutlu günler.

7 Haziran 2014 Cumartesi

The Grand Budapest Hotel

Selam. Bugün adına ayrı bir yazı yazılabilecek, sinemanın kendine has bir üsluba sahip yönetmenlerinden Wes Anderson'ın geçen haftaya kadar ülkemizde de birçok salonda oynamış olan - ve ne yazık ki yalnızca 88 bin izleyiciye ulaşabilmiş - son filmi "The Grand Budapest Hotel"'e göz atacağız. 

Mösyö Gustave karakterine ithaf edeceğim şöyle bir müzik seçtim bu sefer:



Afişteki kadroyu görmek yetiyor aslında ama yine de bir şey karalayalım:


Wes Anderson kamera kullanımı, planları, renk ve ışık seçimleri ile alamet-i farikası olarak görülebilecek ilginç dünyalar yaratmakta usta bir isim. The Grand Budapest Hotel de bu özelliğine bir istisna oluşturmuyor. Henüz ilk karesinden bir Wes Anderson filmi izlemekte olduğunuzu anlıyor, kendinizi ona göre ayarlıyorsunuz. Yerinde tutamadığı kamerasıyla, aşırı simetrik planlar ve pastel tonlarla yarattığı dünyasında birbirinden farklı ve fantastik hikayeler anlatmakta artık bir marka haline gelmiş olan Wes Anderson bu defa ünlü yazar Stefan Zweig'in eserlerinden yola çıkarak izleyiciyi 20. yüzyılın başlarında, iki büyük savaşın arasına, Büyük Budapeşte Oteli'nde rüya gibi bir tatile götürüyor. Fakat ne yazık ki her müthiş rüya gibi, bu rüya da oldukça kısa sürmeye mahkum olmuş.

Wes Anderson ile ilgili en sevdiğim şey kendine ait tek bir dünya yaratmış olması. Her filmi sanki kendi yarattığı dünyanın farklı bir köşesinde gerçekleşenleri perdeye yansıtıyor. Bu açıdan bilindik hiçbir yönetmene benzemiyor ve haliyle günümüz sineması için çok farklı bir noktada duruyor.

Wes Anderson tanıtımına oldukça meyilli bir yazı olduğunu fark ediyor ve The Grand Budapest Hotel'e geçiyorum artık, olmayacak yoksa.

Sinemanın unutulmaz karakterlerinden biri oldun Mösyö Gustave.

Ralph Fiennes'in enfes bir oyunculukla hayat verdiği, tüm oteli çekip çeviren, müşterilerin sevgilisi konsiyerj Mösyö Gustave ve otele yeni giren "belboy" Zero'nun tanışıklığı ile başlayan hikaye, oldukça yaşlı hanım bir misafirin Mösyö Gustave'a paha biçilemez bir eseri miras bırakması ve ikilinin bu mirastan pay almak isteyen aile fertlerinden yakayı sıyırmaya çalışarak Gustave'a kalan mirası elde etmeye çalışmaları ile devam ediyor.

Temiz, saf kişilerle çıkarcı ve suça yaktın kişilerin çatışması gibi görünen ve karakterler üzerinden de bu izlenimi pekiştiren filmin aslında bu açıdan diğer Wes Anderson filmlerinden ayrıldığını belirtmek gerek. Willem Defoe'nun hayat verdiği Jopling düpedüz "pis işler müdürü" bir karakter örneğin ve bir Wes Anderson filminde böyle bir karakterle karşılaşmak sürpriz olmadı desem yalan olur.

Adrian Brody'nin bıyıkları ve Defoe'nun "Punisher"'a benzeyen çok acayip kafatası.

Hayali bir Avrupa'nın hayal ürünü şehirleri ve coğrafyalarında geçen bir kaçma-kovalamaca hikayesine dönüşen filmin dinamizmine kapılmamak mümkün değil. Naiflik ile gerginliği aynı anda, aynı ölçüde vermeyi başaran filmin henüz 15. dakikasında bu dünyadan soyutlanmış, Wes Anderson'ın kafasında kurduğu bir dünyaya dalmış, heyecanla ve merakla olan biteni izliyor oluyorsunuz. 

Bu noktada Stefan Zweig'in yaşamı hakkında bir şeyler bilmek belki de The Grand Budapest Hotel'in değerini arttıran bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Militarist ve nasyonel-sosyalist dönemlerin ardından içinde bulunduğu dünyanın kötülüğüne daha fazla tahammül edemeyerek intihar eden Stefan Zweig'in varlığı özellikle yaklaşmakta olan savaşa işaret eden sahnelerde karşımıza çıksa da filmin aslında bu savaşla zerre ilgilenmiyor oluşu (gazete sahnesini hatırlayın) özünde umuda yakın bir his ihtiva ediyor oluşu belki de Stefan Zwieg'e saygı duruşu olarak yorumlanmalıdır, bilemiyoruz tabii.

Jude Law gibi kelleşmek istiyorum mümkünse. Ayarlayın bunları.

The Grand Budapest Hotel'in en büyük handikabı ise demin bahsettiğim "kendi dünyasına sizi dahil etme" noktasında ortaya çıkıyor. Şöyle ki; film çok kısa. Baya çok kısa. 100 dakikalık süresi açık söyleyeyim kimseye yetmemiştir, ya da yetmeyecektir. Bu kadar enfes karakterler, bu kadar harika işlenen bir kurguya bu süre gerçekten olacak iş değil ve film bittiğinde ağzınıza bir parmak bal çalınmış gibi hissediyor, bastırmakta başarısız olduğunuz bir açlıkla daha fazlasını istiyorsunuz. İlk defa böyle bir his uyandırmış olmasıyla en sevdiğim Wes Anderson filmi olarak kayıtlara geçmesi bir yana, hiç de hoş bir his değil aslında.


Sadece kendisinin olduğu bir kulvarda, rakipsiz bir şekilde koşmaya devam ediyor Wes Anderson. İyiden iyiye ustalık döneminde olduğunu hissetmeye başlamıştık zaten Moonrise Kingdom ile ama açık söylemek gerekirse günün birinde beni bu kadar etki altına alabileceğine ihtimal vermiyordum. Filmin IMDB ve Rotten Tomatoes puanlarını mı dikkate alırsınız (biri 8.4 diğeri %92), burada yazdıklarımdan mı yola çıkarsınız, filmin fragmanını izleyip mi karar verirsiniz bilemiyorum ama ne yaparsanız yapın The Grand Budapest Hotel'i izleyin, izletin efendim. Tek kusuru bittiği anda yaşanan "bitti lan :(" anı olan, bulunduğumuz dandik ötesi dünyadan bizi kısa bir süreliğine de olsa çekip alarak harika bir 100 dakika yaşatan, incelenebilecek çoğu açıdan "olmuş" bir film.

Dünyayı komple değiştirmek zorunda değiliz ve zaten böyle bir gücümüz de yok. Fakat kendi dünyalarımızı değiştirmekten bizleri alıkoyan bir güç olmadığını da unutmamak gerek. Mutlu günler.


5 Haziran 2014 Perşembe

David Cronenberg

Selam. Daha önce Andrei Tarkovsky için, Offret filmi ile birlikte kaleme aldığım yazının bir benzerini de pek sevdiğim bir yönetmen olan David Cronenberg için yazmaya karar verdim. İnanır mısınız, yazdım da üstelik.




Sinemaya girdiği ilk yıllarda "body horror" denen bir tür yaratmış, insan bedenindeki çarpıklıklar, bozulmalar üzerine filmler yaparak bunun insan ve toplum psikolojisi üzerindeki etkilerini işlemeye çalışmış, A Naked Lunch gibi, Videodrome gibi, gayet derin ve bir o kadar da fantastik filmler yapmış bir yönetmen Cronenberg.Sonrasında ise benzer bir psikolojiyi şiddet ve içgüdüler üzerinden yorumlamaya başlıyor. Sinemaya genel izleyicinin sıklıkla burun kıvırdığı korku ve bilim kurgu türlerinde başlayıp, zamanla evrilerek kendine ait bir sinema üzerinden benzer temaları izleyiciye aktarabilmiş olması bence baya büyük bir iş. 

Kendi derdini daha geniş kitlelere anlatabilmek adına tabii ki bir noktadan sonra bir parça ana akım sinemaya yönelmesi kaçınılmazdı gerçi ama hali hazırda belirli bir kitle için "kült" haline gelmiş bir yönetmen için böylesine sert bir değişime gitmek herhalde pek kolay değildir. Bu yöndeki ilgi çekiciliği ve enteresanlığın yanı sıra bir de kalıpları sallamıyor oluşu Cronenberg'i şahsına münhasır bir insan olarak görmeme ve sinema dünyasında ayrı bir noktaya koymama yetiyor da artıyor. Stanley Kubrick hakkındaki baya ilginç fikirleri, her ne kadar asla kabul etmediğim bir şey olsa da "en azından teorik anlamda, düşünsel süreçte perdeye yansıtılamayacak hiçbir şey olmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız," özetindeki görüşleri gerçekten de üzerine tartışılabilir şeyler. 


Hızlı başlayınca müziği unuttum. Şöyle olsun:



Haliyle birbirinden ayrılabilen, geniş bir arşive sahip olan Cronenberg'i üstün körü tanıttıktan sonra bir de Cronenberg filmlerinden biri hakkında bir şeyler atıp tutayım o zaman, karşınızda Eastern Promises:



Cronenberg'in değişim sürecinin ilk meyvelerinden olan Eastern Promises (Şark Vaatleri), yine Viggo Mortensen'in başrol oynadığı "A History of Violence"'ın peşine gelmiş, benzer bir film olup olmayacağı konusunda da bizleri meraklandırmıştı. Zira A History of Violence her ne kadar birçok açıdan Cronenberg stilizmini net bir şekilde yansıtsa da, ana akım sinemayla fazlaca dirsek temasında olduğu yönünde eleştirilere de maruz kalmıştı. Neyse ki Eastern Promises çok daha "Cronenberg" bir film çıktı.




Sinemada şiddet çok da tasvip ettiğim bir şey değil. Bir mastürbasyon aracı olarak kullanılmasına da karşıyım. David Cronenberg'in şiddetten asla kaçmayan, hatta kimi sahnelerde şiddeti en temel aracı olarak kullanan bakış açısını çok ayrı bir yere koymamın ve bu tip bir sinemaya tahammül edebilmemin sebebini ise aslında Cronenberg'i sevme sebebim olarak da gösterebilirim: David Cronenberg'in işlediği konu o kadar ciddi ve o kadar gerçek ki, kurgu olarak yaşanan hadiselerin gerçekten de dünyanın bir yerlerinde sürekli yaşandığını bildiğimden, izlediğim sahnelerde iğrenme, rahatsız olma ve benzeri bir duyguya girme ihtimalim tamamen ortadan kalkıyor ve bunlar yerine salt gerçeği görmenin şok ile karışık garip bir farkındalık hissi ile doluyorum.


Hayatımda izlediğin en acayip sahnelerden biriydi hamam sahnesi.

Eastern Promises'da bastırılmış duygular, sahte kimlikler ve şiddet o kadar kusursuzca işleniyor ki, "çözüm" aşamasına geçildiğinde film boyunca alt metinler olarak karşınıza çıkan olguların filmin muhteviyatını oluşturduğu gerçeğini anlayıp büyük bir "VAY BE!" patlatıyorsunuz.


Yavaş açılan ve gelişen hikayeyi özetlemeye çalışıp filmin derinlerdeki değerini azaltmak istemiyorum ama kabaca bir fahişenin çocuğunun doğumuna tanıklık eden bir hemşirenin, doğum esnasında ölen kadının çocuğunun kimliğini bulmak üzere çıktığı yolda İngiltere'nin yeraltı dünyasında hüküm süren bir Rus ailesiyle karşılaşır ve ailenin içine sızmış gizli bir polisle tanışmasıyla olaylar gelişir, diyeyim. Ancak şimdiye kadar söylemeye çalıştığım her şey, bu özetin "ucuz" duruşunu engellemek içindi aslında. Bu yüzden sakın bu özete bakarak bir karara varmayın.



Eastern Promises ile ilgili yapılabilecek en büyük hata hikayenin üst kısmına bakarak yorumlamak olur. Rus/Çeçen kavgası, "şark" noktasında toplanmış bir yığın pis adam ve aralarındaki savaş, mafyaya sızmış gizli polis ve ultra korkusuz hemşire üzerinden yapılacak eleştiriler, aranılan mantıksal hatalar vesaireler Cronenberg'in anlatmaya çalıştığı şeyleri tamamen yok eder. Bunu da not düşeyim buraya.

Viggo Mortensen ve Vincent Cassell'in ömrüm boyunca gördüğüm en iyi oyunculuk performanslarını ortaya koymuş olduklarını belirterek devam edeyim. Canlandırdıkları karakterlerin kurgunun devamındaki değişimlerini o kadar yumuşak ve gerçek bir biçimde yansıtıyorlar ki, bu karakterler üzerinden anlatılmaya çalışılan şeylerin gerçekliği daha da vurucu bir hal alıyor.




Bastırılmış kimliklerin, şiddete yönelimin ve yeraltı dünyasının David Cronenberg'in elinde nasıl inanılmaz bir şekilde işlendiğini görmek ve kabaca bünyesindeki drama üzerinden yükselen herhangi bir aksiyon/mafya filmini "Cronenberg çekseydi nasıl olurdu kim bilir?" diye düşündürdüğü için bile Eastern Promises çok başka bir yerdedir gözümde. Bu nedenle önce bu filmi, peşinden A History of Violence ve A Dangerous Method'u izleyin. Yavaştan David Cronenberg'in dünyasına girip, Cronenberg'in insan üzerine anlatacağı şeylere kulak verin.

Olursa yorumlarınızı, gelecek yazılardaki beklentileri, yazıları daha iyiye götürebilecek önerileri de eksik etmeyiniz. Mutlu günler.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Snowpiercer

Selam. Sonsuz hayal gücümüz ve hakimiyet arzumuzla ekseriyetle içine tükürmeye devam ettiğimiz dünyanın sonuna ilişkin filmlere olan sevgimi daha evvel belirtmiştim. Bugün de bu tarz bir filmden, devrimci bir bakış açısı ile doğumun ancak yıkımla mümkün olabileceği mesajını hiç de fena bir şekilde vermeyen Snowpiercer'dan bahsedeceğim.


Madeo ile gönlümü kazanan Joon-ho Bong'un son filmi olarak karşımıza çıkan Snowpiercer'da Chris Evans (Kaptan Amerika), Jamie Bell (Evan Rachel Wood'un kocası :'), John Hurt (buruştukça daha da iyi bir oyuncu olan insan),Tilda Swinton (Çok güzel saçları olabilen kadın) ve Ed Harris (Hiç kötü filmini izlemediğim güzel gözlü adam) gibi birçok isim yer alıyor.


Küresel ısınmayı önlemek amacıyla denenen bir şey elde patlar ve dünya buzul çağına girer, yaşam yok olur. Bir grup insan ise durmaksızın dünyanın etrafında dolanan, kendi enerjisini üreten bir trenin içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu haliyle dümdüz bir post-apokaliptik bilim kurgu gibi görünse de kapalı bir sistemin içinde, farkında bile olmadan kendisine verilmiş rolü oynayan insanlar üzerinden çok büyük laflar etmeye, sistem eleştirisinin dibine vurmaya başlıyor film. Bu nedenle Joon-ho Bong'a şimdiden saygı ve sevgimi yollayayım, araya kaynamasın sonra.



Trenin her bölgesinde yaşam aynı değildir elbette ve son vagonda perişan bir halde yaşayan grup isyan bayrağını çeker. Buna karşın treni geliştiren zihniyet tabii ki ön vagonlarda yaşayanların bekasını sağlamak adına gerekli tedbirleri alır ve işler çok daha kanlı bir hale, büyük bir devrim sürecine girer.


Namgoong'un döngü kıran hareketi, Curtis'in yıkmak üzere olduğu sistemin başına geçmek/sistemi yok etmek arasında gidip gelen ruh hali, vagonlar arasında, günümüz dünyasına kıyas yapabilme imkanı (ayak takımı, orta sınıfın kayıtsızlığı, zenginin ultra müthiş hayatı, eğitim sistemi...vs) filmin en can alıcı özellikleri. Joon ho-Bong her vagonda önce belirli bir tespiti ortaya koyuyor, ardından da kıyas ve eleştiri yapması için tespiti izleyicinin gözüne sokuyor. Belki bu açıdan bakınca biraz fazla bariz bir yöntem kullandığı için eleştirebilirim Bong'u ama öte yandan mesaj kaygısı oldukça bol olduğu belli olan Snowpiercer'ın bir şeyler anlatmaya çabalamış ama bilim kurgu hevesi yüzünden bir türlü meramını dile getirememiş bir film olarak hatırlamak isteyeceğimi sanmıyorum.



Son vagonlarda tüketilen gıdaları göz önüne alıp ufak bir kıyaslama yaparak Bong'un derdini kısaca örneklemek gerekirse günümüz dünyasında insanlığın bir bölümü sentetik ürünleri sistematik bir sunilikle yaratılan "fırsat" ve "indirim"leri değerlendirerek jet hızıyla tüketmeye devam ederken bir başka bölümü ise ötekinin ömrü boyunca tadamayacağı keyifleri gündelik bir rutinde yaşıyor. Bir grubun "lüksü" 15 liralık sentetik hamburger menüsü iken ötekinin "normali" 100 liralık bonfile mesela. Trendeki gıda dağıtımı ve sistemi bu şekilde incelemek mümkün. Bu şekilde sayısız örnek üzerinden düşünmeye zorluyor izleyicisini. Marx, Wilde, Orwell gibi isimlere yakınlığıyla da iyice göz dolduruyor.


Aradaki görsellerden yola çıkarak izleyeceğiniz filmin nasıl bu yazıda bahsedilen şeylerle ilgili olduğunu merak ettiyseniz mutlaka bir şans verin Snowpiercer'a. Tatlı-sert üslubuyla tatlı kafasını bu tip düşüncelerle daha önce hiç yormamış olan kişilerde bile ufak bir gıdıklanma, minik bir tepkime geliştirebilecek kadar net, her ne kadar imkansız gibi görünse de her zaman yeni bir şansın olduğunu, bazen en umutsuz anda yapılması gereken şeyin bir saniyeliğine bile olsa Polyanna'cı düşünmek olduğunu beyinlere kazıyan harika bir film.


Hayatta her şey inandığımız kadar. Mutlu günler.