29 Ocak 2014 Çarşamba

Dallas Buyers Club

Selam. Bugün insanda ikircikli duygular yaratan olgulara, insanlığın ahlaksız taraflarına ve gri yönlerine odaklanmaya çalışan bir filmden, Dallas Buyers Club'dan bahsedeceğim. Müzik bu sefer biraz "sert" ama kimse bağırıp çağırmıyor, merak etmeyin.




"İstikbal haplardadır." - Ron Woodroof
Matthew McConaughey çok uzun yıllardır oyunculuk kariyerini sürdüren, türlü yapımlarda karşımıza çıkmış, ancak bir türlü en üst seviyeye kendini çıkarmayı başaramamış bir oyuncu(idi). Rüştünü ispatı aslında bir hayli eskiye uzansa da (Amistad olur, A Time to Kill olur, olur yani.) bir türlü esaslı bir başrol performansı görememiştik kendisinden. Fakat sinemanın "aykırı" yönetmenlerinden William Fredkin'in "tavuk buduna sakso" sahnesiyle bir hayli ünlenen (ve aslında odağı kaydırıp değerinin düşmesine neden olan), bana göre hikayesiyle oldukça başarılı bir yapım, Killer Joe 'daki performansı, kariyerinde farklı bir yola saptığının en net göstergesiydi. Dallas Buyers Club ise McConaughey'nin yıllar süren çabasının nihai karşılığını alacağı film olarak tarihe geçecek muhtemelen, zira film McConaughey'nin omuzları üzerinde yükseliyor.

Hollywood'da benzerlerini daha önce birçok defa gördüğümüz üzere, McConaughey de bu film için bir hayli kilo kaybetmiş, sağlıksız bir insan görünümüne kavuşmuş, vs...Bu noktada yapılan övgüleri pek anlamıyorum ben. Zaten doktorlar, menajerler, diyetisyenler, halka ilişkiler uzmanları ile çevrili, bir ordunun yönettiği, başlı başına "şirket" olan insanların önlerine gelen proje için ekipleriyle birlikte projenin gerekliliklerini karşılamaya çalışmaları "aman bak görüyor musun koca delikanlı ne hale gelmiş, tüüü, filmi batsın yiğidimi aç koymuşlar," gibi bir yaklaşımla yorumlanması bana abes geliyor biraz. Küçümsemiyorum elbette ve herkesin başarabileceği bir şey de değil kesinlikle, fakat biraz abartmıyor muyuz? Bunun yerine oyunculuğunu övelim, biraz da C.R.A.Z.Y ile gönülleri fethetmiş Jean-Marc Vallée'nin oyuncu yönetimindeki başarısından söz edelim, bence daha iyi.



Oyunculuk anlamında gerçekten de döktürmüş McConaughey. Texas'lı olmasının ve o toprağın insanını iyi bilmesinin avantajını sonuna dek kullanmış. Tabii daha önce bu tarz karakterleri oynamışlığı çok fazla ama bu sefer Ron Woodroof karakterinin rodeo-alkol/uyuşturucu ve seks üzerine kurulu karakterini seyirciye tanıtırken de, filmin devamında karakterin ortaya çıkan yeni özelliklerinin (homofobi, HIV+ durumu)
karakterde yarattığı değişimi yansıtırken de müthiş bir gerçekçilik, enfes bir etkileyicilikle işini ele almış. Şimdiye kadar hemen hemen tüm ödüllerde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kimseye kaptırmaması da bir tesadüf değil yani. Captain Philips yazımda Tom Hanks'in oyunculuğuna bayıldığımı söylemiştim ama McConaughey(arkadaşlar özür dilerim, elimden geldiğin az kullanmaya çalışıyorum adamın adını. Gerçekten kusura bakmayın, MAKONİHİ diyin, geçin.) çok daha üstün bir performans koymuş, şimdiden heykelciği için tebrik ediyorum kendisini.

Gerçek bir hikayeden esinlenen Dallas Buyers Club'ın senaryosuna dönecek olursak; Ron Woodroof'un serkeş hayatının kendisine koyulan AIDS tanısı ile bir anda değişmesi, doktorların 30 günlük ömrü kaldığını düşündükleri Woodroof'un yaşam mücadelesinin ucunun birey-devlet kapışmasına dönüşmesi ve bir yandan kendi yaşam mücadelesini veren Woodroof'un bir yandan da insan hayatını hiçe sayan ilaç sektörünün dayatmaları karşısında yarattığı alternatif çözümün ortaya çıkardığı sonuçları, şeklinde özetlenebilen bir hikaye ile karşı karşıyayız. AIDS'in korumasız anal seks ile de bulaşabilme ihtimali olması nedeniyle Woodroof'un homofobik, taşralı çevresinden dışlanması, yaşadığı süreçte karşısına çıkan Rayon sayesinde(Jared Leto) kendi homofobikliğini yenmeye başlaması, FDA (Gıda ve İlaç Denetleme Kurulu, gibi bir şey)'nın yediği bokları ortaya çıkarması...vs gibi yan hikayelerin de iliştirilmesiyle "Little, little in the middle" bir senaryo var karşımızda.



Jared Leto'ya geçmeden evvel biraz da bu noktadan eleştirmek lazım sanırım. Zira AIDS, homofobi, transeksüelite, devletin iç yüzü, şirketlerin ahlaksızlığı, ilaç sektöründeki yozluk...Derken bir hayli farklı ve oldukça ciddi noktaya değinmeye çalışan hikaye tüm bunlara ucundan kenarından dokunup geçiyor yalnızca. Elbette her biri başlı başına birer uzun metrajı hak eden, ciddi konular ve sadece sorunu göstermekle, farkındalık yaratmanın mümkün olacağına inanmıyorum. Bu nedenle biraz kesik yiyor film benden.

McConaughey ne kadar en iyi erkek oyuncu ödülünü hak ediyorsa, Jared Leto da aynı ölçüde en iyi yardımcı erkek ödülünü (hatta kadını da bence) hak etmiş. Fizik itibariyle zaten bu tip rollere pek gidebilecek bir malzemeye sahip olmasının yanı sıra, harika makyajı, dengeli sesi ve tavırları ile karakterin hakkını vermekle kalmamış, adeta yaşamış. Rayon filmin sadece Woodroof'un üstüne binmekte olan yükünü çok iyi dengeleyen, harika bir karakter. 


Filmdeki en güzel kadın net Jared Leto.

HIV illetinin ilaç sektörünün çıkarları doğrultusunda kullanımına ilişkin gerçeklerin ortaya çıktığı, beton etkisi yapan sahneler ile Woodroof'un duvardaki çıplak kadın fotoğraflarına bakıp mastürbasyon yaparken Rayon'un oraya yapıştırdığı başka bir poster nedeniyle duyduğu öfkeyi yansıtan daha sevimli sahnelerin karışımı, tatlı-sert bir üsluba ve aslında tüm olayın Ron Woodroof'un kişisel mücadelesi olduğuna seyirciyi inandırmaya yetiyor ve bu açıdan bakınca atmak zorunda olduğum kesik o kadar da derin değil. Çok kızdım gibi olmuş önceki paragrafta, öyle değil yani hehe.


Kafa bulanınca kendisini Iron Man sanıyor Woodroof.
Biraz aceleye getirilmiş olduğunu düşündüğüm finali ve dokunmaya çalıştığı konuların ağırlığı sebebiyle kimi anlarda fazla yüzeysel görünen duruşu dışında tam manasıyla bir film izleme tecrübesini ve tatminini seyirciye verebilen bir yapım Dallas Buyers Club. Ben de kendimce aktarmaya çalıştım. Bana göre 12 Years a Slave'den filan çok daha oturaklı bir film. Şiddetle tavsiye ediyorum.

En ufak ağrılar sızılar için bile ilaçlara başvurmaktan vazgeçin, mutlu günler.





28 Ocak 2014 Salı

12 Years A Slave: "Özgürlük bahane, ödül şahane"

Selam.

Oscar törenleri yaklaşırken hakkında methiyeler düzülen birçok film peş peşe gösterime giriyor. Hem nitelik, hem de nicelik açısından yaşanan bu bolluk elbette sevindirici olsa da, ödüllerin gölgesi altında bazı yanlış çıkarımlar, peşin hükümlerle kimi filmler farklı şekillerde değerlendirilebiliyor. 12 Years a Slave hiç şüphesiz 86. Akademi Ödülleri’nin en iddialı yapımlarından birisi. Tam 9 dalda adaylığı bulunan film bu kadar “büyük” mü peki gerçekten? Az sonra...


Haydi sofraya.


Steve McQueen, Hunger ile çıktığı devler arenasında 12 Years a Slave’le tüm spotların kendisine çevrilmesini sağlamayı başarmış, kendi dilini yaratabilmiş bir yönetmen. İnsani duygulara yoğunlaştığı filmlerinde, ruhen ve bedenen çekilen acıları izleyiciye kesif bir şekilde aktarabilmesinin yanı sıra, drama yönünün ağırlığıyla da seyirciyi kendine çabucak bağlayabilen bir isim.


12 Years a Slave de tam bir Steve McQueen filmi gibi başlıyor. Solomon Northup’ın gerçek hikayesinden yola çıkan filmde, Solomon’ın hayatının kölelikle geçen 12 yılına odaklanılıyor. Ailesiyle mutlu bir hayata sahip, özgür bir adam olan Solomon Northup, bir şekilde tuzağa düşürülür ve köle olarak yaşadığı yerden çok uzaklara sürüklenir.


Solomon’ın yaşadığı travmayı birebir yaşıyor izleyici, bu konuda hiçbir eksiklik yok. McQueen’in sert üslubu, hem fiziksel hem de mental acının maddeleşip perdeye yansımasına büyük katkı sağlıyor, şüphesiz. Kölelik sisteminin tüm pisliği, tüm ahlaksızlığı, sistemin işlemesini sağlayan çarklar ile birlikte gözler önüne seriliyor. Hali hazırda melodrama kaymaya yakın bir zeminde doğrulan film, seyirciyi dağıtmaya kararlı bir şekilde başlıyor.

Tam da Solomon’la özdeşleşip, Bay Ford’u (Benedict Cumberbatch) öfkeyle karışık bir anlayışla irdelemeye, Tibeats’e (Paul Dano) benzeyen insanların dünya üzerinde yarattığı kümülatif hasarı düşünüp iyice üzülmeye başlamışken, Edwin Epps (Micheal Fassbender) ‘in devreye girmesiyle film bir anda başka bir viraja giriyor ve yepyeni bir yola sapıyor.

İçine ettiniz filmin, çekil de süpüreyim şuraları bari. - Solomon

Edwin’in kendi kölelerinden birine duyduğu hisler, Solomon’ın özgürlüğüne kavuşma çabalarını gölgelemeye, Solomon’ın hikayesinin filmin odağından ayrılmasına neden oluyor. Kölelik sisteminin pisliklerini yansıtmaya çalışırken, Solomon’ın hikayesi epey geri plana itiliyor. Bu durum fark edilmiş olacak ki, araya başarısız bir özgürlük girişimi sıkıştırılmış ki Solomon iyice seyirciden kopmasın. İşe de yarıyor aslında. Bir yandan Patsey, bir yandan Solomon derken iyice umutsuzluğa sürükleniyor film. Tam da Patsey’nin (Lupita Nyong'o) Edwin Epps’in elinden nasıl kurtulacağını kara kara düşünmeye başlamışken bu sefer birdenbire ortaya BRAD PITT çıkıyor... 

Neden ulan, neden ya?! 

Şimdiye kadar hikayeye dahil olan herkesi ilk olarak canlandırdığı karakterle tanıttım ve bu bir tesadüf değildi. Zira tüm karakterler bir yana, Brad Pitt bir yana. Zaten sallanmakta olan hikayeyi iyice alaşağı ediyor Brad Pitt.

Filmin genelinde içi bu kadar boş başka hiçbir karakter yok herhalde. Bir anda ortaya çıkan Bass, Brad Pitt halinden hiç ama hiç kurtulamadığı kısa süren varlığının ardından Solomon’a çıkış kapısını gösteriyor ve 2-3 dakika içerisinde bir anda her şeyi değiştirip tam bir kötü Hollywood finaline doğru hızla sürüklüyor filmi. Biz de 45 dakika Patsey'nin çektiği çilelere ortak olduğumuzla kalıyoruz. Türk filmlerinde seyirciyi ağlatmak üzere kurgulanmış olaylardan ve karakterlerden mi esinlenmeye başladı Hollywood acaba?

Halbuki canımız kanımız Paul Giamati ne kadar güzel oynamış yan rolünü, ne güzel aktarıyor izleyiciye karakterin arka planını. Gerçi filmin başındaydı o, filmin başında her şey güzeldi. Brad Pitt için ise "hiç olmamış" demekten başka bir şey gelmiyor elimden, nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Filmin mesaj kaygısını gidermekten başka bir işe yaramıyor, finalin de basitlikten ölmesine neden oluyor.

Çok da uzatmak istemiyorum aslında. İzlemiş olanlar tam olarak ismini koyamasalar da filmin iki yarısı arasındaki bu bariz farkı yakalamıştır zaten. İzlemeyenler için de tek söyleyebileceğim birçok ödülle tarihe geçeceğine kesin gözüyle bakılan 12 Years a Slave’in aslında o kadar da büyük bir film olmadığı. Gözünüzü karartmadan izlerseniz eminim bu saçmalıkların ve tutarsızlıkların farkına varacaksınız. Hatta çok bir şey yapmanıza gerek kalmayacak, onlar sizi bulacak bir şekilde. O derece.İlk yarı mükemmel, evet ama ikinci yarı tam manasıyla çöp Hollywood. Bu senenin en iyi filmi olmasına katiyen ihtimal vermiyorum. Hele ki klasiklerin arasında filan sayılırsa direk gülüp geçerim herhalde.

Özgürlüğü geçtim, ödülü seçtim.



Kölelik işlerine girecekseniz güvenli kelimeyi telaffuzu kolay bir şey seçmenizi tavsiye ediyor, iyi günler diliyorum...Fakat?



23 Ocak 2014 Perşembe

Düğün Dernek: "Herkesin anlayabileceği gibi"

Selam. Son Tarkovsky yazısından sonra Düğün Dernek üzerine bir şeyler söylemek garip olacak ama, bakalım. Müzik şu şekil:



Başlıktan gidecek olursak; Düğün Dernek, başrol oyuncularından Ahmet Kural'ın kendi sözleriyle açıkladığı üzere "İşler Güçler'de kendi güldüğümüz şeyi yapıyorduk, bu ise herkesin anlayabileceği gibi." bir film.



Seyirciyi ikiye bölen, olumsuz şekilde yorumlayanın "entelektüel misin la?" sorularıyla beraber türlü tacizlere maruz kalabileceği türden bir film Düğün Dernek. Zira o kadar ucuz ki, bu ucuzluğun farkında olması bile kendisini kurtarmaya yetmiyor.

Leyla ile Mecnun'un senaristi Burak Aksak'ın kuzeni olan (genlerinizi seveyim) senarist ve yönetmen Selçuk Aydemir'in yazıp yönettiği Düğün Dernek, Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisinin aşırı ölçüde karikatürize edilmiş karakterleriyle, usta oyuncu Rasim Öztekin'in plasedeki oyunculuğuyla, sırtını türlü şaklabanlıklar ve gereken dozun bir hayli üzerindeki küfür-şiddet içeriğine yaslayarak genele hitap etmeye çalışıyor. 

Karakterlerin bu aşırı karikatürize halleri, gerçekliklerinin sorgulanmasına da sebep oluyor. Tüpçü Fikret'in(Ahmet Kural), Boksör Çetin'in(Murat Cemcir) o kadar abes tavırları ve hareketleri var ki, en olmayacak şeyi doğal karşılayan, en basit şeyde yaygara koparan, "garip" sıfatından başka bir sözcükle tanımlanması bir hayli zor olan karakterler. Bir de bunun üstüne yan tiplerin de fantastiklikte sınır tanımıyor oluşu ("kötü" adamlardan birinin "zıplama" sahnesini hatırlayın mesela,) tüm yaşananları skeçleştiriyor ve "entelektüel misin la?" denilen seyirci bu noktadan sonra ilgisini kaybediyor.


10 gün içerisinde gerçekleşmesi istenen bir düğünün planlaması üzerine kurulan bu komedi filminin en büyük handikabı da bu noktada ortaya çıkıyor. Naif bir şekilde, köy halkının imece usulü ile sevdikleri birinin oğlunu evlendirmeye çalışması, şeklinde özetlenebilecek ve kulağa hiç de kötü gelmeyen bu fikir; gelinin yabancı olmasından, kızın mafyatik eski aşklarına, köy geleneklerinin olabilecek en kötü şekillerde işlenmeye çalışılmasına, Vizontele'yi hatırlatan "köyün akıllı delisi" tadındaki karakterin anlam verilemeyen teknolojik dünyasından filmin başında inanılmaz antipatik bir karakter gibi tanıtılan Saffet'in filmdeki en düzgün adamlardan biri olmasının yarattığı dilemmaya kadar bir sürü faktörün devreye girmesiyle saçma sapan bir noktaya gelmiş ne yazık ki. O nokta ise pek insanı heveslendiren cinsten bir şey değil: aptallık-şive-küfür komedisi.

İzlemeyen kaldı mı bilmiyorum tabii ama yine de spoiler vermemek adına espriler üzerinden iyi-kötü incelemesinden uzak durmak istesem de özellikle "küfür geliyor," dedirten anlardaki yapmacıklık, ardından da seyirciyi şaşırtmaya hiç çalışmadan dümdüz küfürlerin basılması gerçekten de can sıkıyor. "Körlük" ve "deve" konularındaki inanılmaz zorlama, senaryonun özellikle filmin 2. yarısından sonra yatak sarmasıyla ve bu küfür ittirmesiyle birleşince, aradaki 3-4 "İşler Güçler" ayarındaki espri de unutuluyor. 

Zaten tıkanmaya müsait olan hikayeyi iyice sarpa sardıran deve.

Devrim Yakut ve Rasim Öztekin'in usta işi oyunculukları, Ahmet Kural'ın yer yer Öztürk Serengil'i anımsatması, detaylarda saklı bir-iki enfes espri ve hemen filmin başındaki cami sahnelerindeki sağlam tespitler dışında bir film izleme seansından ziyade karikatür karakterlerin peş peşe espri yaptıkları, küfür-kıyamet dolu, tek bir finale odaklanmış birkaç skeçten oluşan bir izleti sunuyor Düğün Dernek.

Salondaki herkes haykıra höyküre gülüyor muydu? Evet. Ben de güldüm mü? Evet, çoğunlukla. Fakat sinemanın ve genel anlamda sanatın toplumu geliştirmekte büyük bir araç olduğunu düşünen biri olarak, bu kadar ucuz bir hale geleceklerini tahmin edemediğim Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisinden çok daha sağlam bir iş beklerdim. Herkesin anlayabileceği gibi işlerin peşinden koşmak yerine toplumun mizah anlayışını arttırmaya çalışan, basit numaralara kaçmayan işlerle karşımıza çıksalardı çok daha mutlu olurdum. 

Tüm bu kaygılı ayakları bir kenara bırakalım şimdi; Zira Maskeli Beşler türevi saçmalığın sınırlarındaki filmlerden daha eli yüzü düzgün bir film Düğün Dernek, evet. Belki Recep İvedik'in varoşlardaki lumpen insanlarımızı yansıtan "gerçek" kimliğini çok beğenen biri olarak biraz fazla giydirdim, evet. Uzun lafın kısası; Eğer daha izlemediyseniz bir şekilde izleyin, gerçekten komik olabildiği anlar, yakaladığınıza memnun olacağınız espriler var, evet. Ancak yapılan işin hiç kimseye kültürel, manevi, düşünsel bir getirisi olmadığını ve düz insanın basitliğinden nemalanma çabasının yapaylığındaki iticiliği gözardı etmemeye çalışın. 

An itibariyle yapacağım en fena yorum da şu herhalde: Metin Akpınar-Zeki Alasya nerde, Ahmet Kural-Murat Cemcir nerde be. Umarım kısa sürede bana bu lafları yedirecek olgunlukta işlerle karşımıza çıkarlar, zira bu yoklukta ortaya çıkan bu iki komedyenden beklentilerim hala oldukça yüksek.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Offret: Andrei Tarkovsky'ye Saygı

Selam. Bugün biraz ciddi olmaya karar verdim. Bu yazı biter bitmez türlü sululuklara devam edeceğim, müsterih olunuz. Müzik:





"Sanat, yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansımasıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaratana benzeyebildiğimiz, değerli anlardır. Bu benim kendi yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim, insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak; hizmet etmek. Ancak bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek, fethetmek demek değildir."
Andrei Tarkovsky 





Andrei Tarkovsky çok büyük bir isim. Rus sinemasının en büyük yeteneği olması bir yana, çağdaş sinemanın bugün durduğu noktaya gelene kadar katettiği mesafeye büyük bir katkısı olan, daha doğrusu sinemayı başlı başına değiştirip ona farklı bir yol göstermeyi başarmış, çok önemli bir usta.

Kişisellik ve Bakış Açısı gibi kavramların sinemasal dünyada vücut bulmuş hali belki de. Bir hayal işiyle uğraşmayı seçmesine karşın en değişmez gerçekleri arayanlar için gözden uzak yerlere salt gerçeklere ulaşmaya yardımcı enfes ipuçları serpmekten geri kalmayan, kendi ruhunu, kendi dünyasını, hiçbir çekincesi olmadan ve soru işaretine yer bırakmadan aynen sinemasına aktarmış, sinemayı "içselleştirmiş" bir yönetmen.

Yalnızca maneviyat ile dolup taşan bir bedenin sinemaya aktardığı felsefi düşüncelerinin ağırlığı değil elbette Tarkovsky'yi bu kadar büyük yapan. Kamerasını kullanışı, sinemasal düzeni tamamen gözardı ederek bambaşka bir armoni içerisinde kurguladığı sahneleri ve kısa sayılabilecek filmografisinde işlediği her türü daha önce hiç ulaşması mümkün görülmeyen noktalara çekebilen benzersiz görüşü ile Tarkovsky'nin elinde sinema, kendi düşüncelerini ve hayal gücünü insanlara yansıtırken, uzuvlarını kullanır gibi rahat bir şekilde kullandığı bir araç sadece.



Elbette bir-iki paragraf yazıyla, üç-beş havalı övgü cümlesiyle anlatılıp geçilecek bir isim değil söz konusu olan. Eserleri üzerine günlerce tartışabilir, farklı açılardan ele alıp sinema duruşu hakkında iki karşı görüşte de sonu gelmeyecek sohbetlere girilebilir. Ancak tüm bunlar ne Tarkovsky sinemasının ihtişamını anlatmaya, ne de onu yermeye yeter.

Eserlerine tümden bakıldığında açıkça görülebilecek bir arayış ve kavrayış çabası, Tarkovsky'nin zihnine sığmakta güçlük çeken birçok fikrin, soru ve cevabın dönem dönem bir Travkovsky filmi olarak dışa vurulması, Tarkovsky için rahatlıkla filozof tanımı yapma cesareti veriyor insana.

Sinemacılığından önce önemli bir düşünür, bir filozof. Sinema ise düşündüklerini toparlamasına, kendi içinde tartıştığı şeylere bir çözüm getirebilmesine, ya da en azından kendini ve sorduğu soruların yanıtlarını aramasına yardımcı olan bir araç. Belki de herkesten daha çok Tarkovsky için sinema, sinemadan çok daha fazlası. 


"Offret" setinde...

Tarkovsky'nin her zaman üzerinde durduğu "Varoluşçuluk" etrafında şekillenen filmografisinin öznelliği, insanın kendisiyle bile tartışmaktan sıklıkla çekindiği, varoluşundaki çatlakları bir başkasının bu kadar net ve cesur bir şekilde irdeleme ve itiraf edebilme gücüne sahip olması ile sinemaseverlere büyük bir yardımcılık görevine soyunuyor, tabiri caizse dayanak noktası oluyor.

Tarkovsky filmleri sayesinde düşünmekten kaçınılan olgular günyüzüne çıkıyor, bölük pörçük fikirler mantıklı bir bağlamda buluşup süzgeçten geçmeye başlıyor. Tarkovsky'nin kendi inayeti için yarattığı filmler, izleyici için de bulunmaz bir kaynağa, eşsiz bir tecrübeye dönüşüyor.

Offret(kurban) ise büyük ustanın ölümünden hemen önceki son büyülü gösterisi. Ölümün tüm soğukluğu ve gerçekliğinin kendini gösterdiği, varoluş problemlerinin had safhada olduğu bir döneminde ortaya koyduğu, sinemasını oluşturan tüm unsurların mükemmel bir detaycılık anlayışıyla bütünleştiği, sonsuzluktan ziyade ıssızlık olarak ifade edilen bir yere yapılacak bir yolculuk öncesi hazırlık. Ölmekte olduğunu bilen(kanser) bir sanatçının kendi ifadesiyle son bir kez daha yakarışı. Kurban olacağını bilmenin ağırlığıyla, yine kendi ifadesiyle "umut ve güven ile" oğluna bıraktığı vasiyeti.



Beyaz perdenin gördüğü en müthiş monologlardan biriyle, Tarkovsky'nin düşün dünyasını oluşturmasına yardımcı olmuş düşünürlere göndermeler ve dünya hakkındaki görüşlerinin kısa bir özetini barındıran mükemmel tespitlerle dolu bir şekilde açılıyor Offret. Kapanışı ise sinema tarihinin belki de en dokunaklı finalini barındırıyor. Film boyunca üzerine edilen kelamlar, satır aralarında söylenen sözler, her şey vücut buluyor ve Tarkovsky'nin sanatçı dokunuşlarıyla mükemmelleşiyor.

Tarkovsky için bile sade sayılabilecek bir anlatıma ve görselliğe sahip olan Offret'in bu yazının konusu olmasının temel sebebi de bu yalınlık tercihi. İsmin ve yukarıdaki cümlelerin ağırlığıyla yüzleşmenin, gündelik sinema izleyicisinin gözünü korkutması muhtemel "sanat filmcisi" Tarkovsky'nin dünyasına girebilmenin en kolay yolu, en yakındaki kapı Offret.

Uzun planlar konusundaki uzmanlığı ile görsel anlamda kolay kolay eşi bulunamayacak dehasını, aslında eleştirmenlerin ve sevenlerinin yargıladığı bir biçimde fazla gözle görülebilir bir üslupla Bergman sinemasını andırarak birleştiren ustanın kendi yarattığı sinemaya en uzak mesafede duran film belki de Offret. 


Tarkovsky'nin en uzun planı, Otto'nun dairesel hareketleriyle büyüleyici.

Biraz dağılacak ama; Aslında Bergman'ın filmlerinde de çalışmış Sven Nykvist'in görüntü yönetmenliği ile Bergman'ın favori aktörlerinden Erland Josephson'un varlığı, ustanın sürgün yıllarında olduğu için filmi İsveç'te çekmiş olması, bu nedenle de kendi ekibiyle çalışma imkanı bulamaması, bu benzerliğin doğal bir sonuç olduğunu gösterebilir. Kaldı ki Bergman'a duyduğu saygıyı da kimseden hiçbir zaman gizlememiştir, bu bağlamda yapılan eleştirilerin bir manası da kalmıyor aslında. 

Konuya dönmek adına; Hem Bergman isminin yaratabileceğini umduğum rahatlık, bir parça da bu benzerliğin yarattığı sadelik sayesinde Tarkovsky sinemasına girmede kolaylık sağlayabileceğini düşündüğüm için seçtiğim bir film Offret. Elbette metaforlar, semboller, imgeler dünyasına aşina olma ön koşulu ile birlikte.


Tarkovsky'nin modernizm eleştirileri, varoluş sorunları, pozitivist düşünceleri ile yoğrulmuş aktör, gazeteci, filozof, sanatçı Alexander karakterinin konuşkanlığı, Tarkovsky'nin son bir çabayla zihnini tamamen boşaltmaya çalışmasının hazin bir göstergesi belki de. 


Final için ipucu olsun.

Bu baskı ile öyküsel anlamda tökezliyor gibi görünse de aslında "Başlangıçta sadece söz vardı..."'yı oldukça haklı çıkartan bir üslupla, monolog ve diyaloglar üzerinden çok özel bir hikaye anlatıyor Offret. Alexander'ın söylediği hemen hemen her söz, çağdaş ve uygar dünyanın suratına atılan bir tokat, materyalizm üzerine indirilen bir balyoz gibi tesir etmekte. İmgeler ve semboller ise benliğin bilinmeyenlerine karşı verdiği savaşta elindeki tek cephane.

Biraz dikkatli izlendiği takdirde sinemanın can damarı olduğunu düşündüğüm imgelerin gücünün net bir şekilde ortaya çıktığı, katastrofik sahnelerinin her birinde insan zihninin bir başka karanlık köşesine ışık tutan Tarkovsky'nin büyüklüğünü tekrar tekrar ispatladığı, hem görsel, hem de düşünsel anlamda bir başyapıt. Yalnızca 115 plan ile sinema sanatının en görkemli örneklerinden birisi.

Daha öve öve bitiremeyebilir, detaylarda kendimi de, sizi de boğabilirim. Ancak keşfedilmesi gereken, kişisel bir tecrübe olması gerektiğine inandığım şeyler uğruna artık susayım. Tek temennim klasik sinema algınızı bir kenara bırakmanız ve bambaşka bir tecrübe için Andrei Tarkovsky sinemasına bir şekilde bulaşmanız.


Sinemacıya bambaşka bir bakış açısı bahşeden, izleyiciye sinemanın algısal tecrübe kazanabilmeyi sağlayacak eğitmenliği sunabilen, eşsiz bir sinema dünyası yaratan, ışığı sayesinde çok daha farklı yollarda, çok daha başka isimlerin günümüzde parlamasına yardımcı olan, sinemanın en önemli birkaç dehasından biri, Andrei Tarkovsky'ye saygılarımla, sürç-i lisan ettiysem affola, mutlu günler. 









17 Ocak 2014 Cuma

Ne Uzun Ne Kısa: "Kendini iyi hisset" (2)

Selam.
İlk bölümüyle yaklaşık 7 kişinin merakını cezbetmeyi başaran serinin 2. bölümünü de türün herkes tarafından bilinen örneklerinden ziyade daha kıyıda köşede kalmış olduğunu düşündüğüm eserlerini seçmeye çalışarak, mümkün mertebe yakın zamanlarda izlediğim filmlerden hazırladım. Tabii ki önce müzik:




"Kendini iyi hisset" filmlerinin en önemli özelliklerinden biri bağlamsal anlamda küçük dünyalar ve yaşantılar üzerine odaklanan, genelde hayatında manevi açıdan tatmini bulamamış karakterlerin basit görünen sorunlar ve karmaşalar içerisindeki mücadelelerine yer vermesi. İlk tahlilde ortaya çıkan bu tabloya daha dikkatli bakıldığında ise çoğunlukla "kendini gerçekleştirme" üzerine bir çabanın varlığının farkına varılabilir. Kişinin yaşadığı eksikliği kapatma çabası olarak özetlenebilecek hikayeler kimi zaman kulağa hüzünlü gelse de, sinemanın gücü bu hikayeleri çok daha sevimli ve sona erdiğinde izleyiciye kendini mutlu hissettirebilen kimlikler kazandırabilmekte. Bu nedenle "Bu filmi izleyip nasıl iyi hissedeyim lan kendimi, şimdi bile ağlayasım var," diye düşünürseniz eğer, düşünmeyin. Önce filmi izleyin.

-Cut the crap, Mike.

Evet, bence de. İlk filme geçelim o halde:




Oldukça zengin ve kendine ait bazı sırlara sahip bir ailenin tek çocuğu olan Charlie, ergenlik buhranları içerisinde yaşadığı kimlik arayışları sırasındaki davranışları nedeniyle sıradan bir devlet okuluna gitmek durumunda kalır. Her zaman hayalini kurduğu şekilde insanların "Charlie Bartlett" ismini bilmesi ve sevgi duyması için, ve elbette yeni okuluna adapte olabilmek, orada barınabilmek için bir şeyler yapması gerektiğine karar verir. Kendi psikiyatristinden aldığı ilhamla, okuldaki erkekler tuvaletini ofise çevirir ve deli doktoru olarak okuldaki diğer öğrencilerle ilgilenmeye başlar...

Daha önce birçok kalburüstü komedi filminde (Meet the Parents serisi, Campaign, Dinner for Schmucks, Austin Powers serisi) editörlük yapmış olan John Poll'un ilk yönetmenlik deneyimi olan film oldukça zengin, çekici, esprili, zeki, enteresan bir genç olmasına karşın bir takım problemleri olan Charlie'nin hayatına odaklanıyor. 



Charlie Bartlett'in ilk bakışta sıradan bir "eğlencelik gençlik filmi" gibi görünmesine karşın bundan daha fazlasını sunabilmeyi başarması ise türdeş filmlerin aslen basit ve üzücü bir satış taktiği ile çıplaklık, alkol-uyuşturucu, şiddet ve benzeri temalar üzerinden mesaj vermeye çalışır gibi görünen imajlarıyla herhangi bir benzerlik taşımıyor oluşuna dayanıyor. Tam olarak bu noktada "gençlik filmi" titrinden çıkıp "kendini iyi hisset" kategorisine dahil oluyor nezdimde.

Okulun sert çocuklarından asosyal öğrencilere, hoppa maskot kızlardan ailevi sorunlara sahip tiplere kadar herkesin hikayesine ortak olan Charlie(Anton Yelchin)'e eşlik eden isimler de gayet ilgi çekici: Robert Downey Jr. ve Kat Dennings.



Kat Dennings'in bir ilgi aracı olarak kullanmaktan hiç çekinmediği göğüslerinden bile olabilecek minimum seviyede faydalanan Charlie Bartlett, Robert Downey'in kendi standardına yakın seviyedeki oyunculuğuyla hayat verdiği okul müdürü karakteriyle iyice dallanıp budaklanıyor, daha da renkli bir hale geliyor. 

Birçok yan hikayeye ve mesaja sahip olması ise Charlie'nin hayatında odaklanmakta başlarda seyirciyi zorlasa da bana kalırsa kısa sürede film ritmini buluyor ve seyirciyi kendi planına adapte edebiliyor.

Hem insanı yormayan, eğlenceli bir seyirlik; hem de kıyısından köşesinden ele aldığı konularda dişe dokunur bir-iki cümle sarf edebilen, yarı-ciddi mesaj kaygıları taşıyan bir yapım. Olmazsa olmaz değil, fakat olmasının kimseye bir zararı yok, faydası olması da muhtemel.

Yeni film, yeni şarkı:





John Paul Cusack'ı çok severim. Mütevazı bulduğum kişiliği bir yana, hemen hemen tüm türlerde bir filmde rol almış olması, kimi başarısız proje seçimlerini beraberinde getirse de takdir edilesi bir davranış. Bu cesur tavrına karşın elbette daha çok tercih ettiği, oynamaktan memnun olduğu roller, yer almak istediği belirli tür projeler vardır. Öyle görünüyor ki aile dramedileri de bu anlamda en üst sıralarda yer alıyor. Martian Child ise John Cusack'ın azımsanmayacak sayıdaki aile filmleri arasında en "olmuş" film olarak karşımıza çıkıyor.

Eşini yeni kaybetmiş, bocalamakta olan bir bilim-kurgu yazarı, David, biraz ailesinin ittirmesiyle, yaşama sevincini ve isteğini tekrar bulabilmek için kendisinin gerçekten de Mars'dan geldiğine inanan ve bunu sıklıkla belirten, içine kapanık ve "garip" bir ufaklığı evlat edinme planları yapmaktadır. Dennis ile anlaşıp anlaşamayacakları ise tabii ki muammadır, filan.



Televizyonun hala izlenebildiği dönemlerde, Pazar öğleden sonraları yayınlanan aile filmlerini hatırlatan, alabildiğine sevecen ve naif bir film olan Martian Child'ın derinliklerinde karakterlerin karikatürize edilerek yumuşatılmış hallerinin altında yatan çok ciddi ve katı gerçekler rahatlıkla görülebilir. Terk edilmenin yarattığı yıkım, sevilen birinin ölümünün ardından hissedilen eksiklik ve anlamsızlık, David ile Dennis'in davranışlarını şekillendiren olgular...



İyi bir noktadan neredeyse dibe çakılmış, tekrar eski kimliğiyle birlikte doğrulmaya çalışan bir adamın ayağa kalkmak için aslında yeni bir kimliğe sahip olması gerektiğinin farkına varışı ile hayata çok kötü bir noktadan başlayan küçücük bir çocuğun ise hayatın sadece yaşadığı bu kötü tecrübeden ibaret olmadığını anlamaya başlaması, kulağa geldiği kadar karamsar bir şekilde verilmiyor aslında. Arka planındaki tüm bu dramatik yapıya rağmen Martian Child, ustaca yazılmış diyalogları ve renkli sahneleriyle her an tebessüm ettirebiliyor. David'in bir babaya, Dennis'in ise bir oğula dönüşme süreci, mümkün olabilecek en sevecen halleriyle yansıtılıyor seyirciye.



Renklerin tadı konusu ("Mavi" rengin tadının alınamayışının Kieslowski ile bir alakası var mı bilmiyorum ama varsa helal), Dennis'in muhteşem dans sahnesi, John ve Joan Cusack'ın(kardeşi, karısı değil) bahsetmeye değer performansları ile Martian Child kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Şimdiye kadar tanıttığım "Kendini iyi hisset"lerin belki de en iyisi. Kaçırmayın.


Bu seferlik de böyle. Kendinize dikkat edin, fırsat buldukça lego oynayın. Mutlu günler.

16 Ocak 2014 Perşembe

Cloudy with a chance of Meatballs 2

Selam.

Dilimize "Köfte Yağmuru" olarak çevrilen 2009 yapımı animasyon filminin devamı niteliğinde olan Cloudy With a Chance of Meatballs 2'ye dalmadan önce, tabii ki müzik:




Shrek, Open Season, Madagaskar ve benzeri birçok animasyon filmde bir şekilde görev almış Cody Cameron ve Kris Pearn'ün ortak yönetmenliğiyle hayat bulan Köfte Yağmuru 2, çılgın mucit Flint Lockwood'un ilk filmde icat ettiği, suyu yemeğe dönüştürebilen makinesinin kontrolden çıkması üzerine icadını imha etmesinin ardından makinenin tekrar çalışmaya başlayıp, evrimsel bir hataya sebep olarak insanlık için bir tehdit haline dönmesi ve Flint ile arkadaşlarının bu makineye karşı mücadelelerini konu alıyor. Garip bir cümle oldu, evet.



İlk filmi izlemeyenler için büyük spoiler vermiş oldum ama ne yazık ki 2. filmin başında yukarıda yazılanlar flashback şeklinde anlatılıyor zaten. Gerçi eğlencelik bir animasyon serisinde merak ne kadar büyük bir keyif unsuru olabilir, o da tartışılır zaten.


İlk filmdeki hem senaryo hem de espri anlamındaki yaratıcılık, 2. filmde de kaldığı yerden devam ediyor. Animasyonların akıcılığı, renk cümbüşü ve yaratılan fantastik doğanın perdedeki duruşu bir yana, basit tespitler ya da sakarlıklar üzerine kurulan bir espri anlayışından çok daha fazlasına sahip oluşu da bir artı.

Ekibin koruyucusu konumundaki Earl karakterinin müthiş "erkek" hal ve davranışları, çilek "Berry"'nin sevimlilikten ölüyor oluşu, genel olarak animasyondaki naiflik ve çocuksuluk, karakterlerin birbirlerine ve karşılaştıkları havyan/yemek mutantlara karşı gösterdikleri tepkiler filmin sağlam bir dengede hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap etmesini sağlayan unsurlar.


"GET BACK IN THERE, TEAR!"
Anna Faris, Bill Hader, Neil Patrick Harris gibi ünlü isimlerin seslendirmeleriyle hayat verdiği karakterlerin fantastik bir dünyada su aygırına dönüşmüş patatesler, örümceğe dönüşmüş burgerler, balinaya dönüşmüş Subway sandviçleri ile yaşadıkları garip bir macera fikri hoşunuza gittiyse, Köfte Yağmuru 2 eğlenceli bir 95 dakika geçirmeniz için gereken her şeyi önünüze sunmuş durumda. 


İçindeki çocuğu hiç kayb...Eheh şaka ya, güzel film işte. Gidin, görün.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Captain Phillips: Tom Hanks

Selam. 



Oscar yarışının iyice kızıştığı şu günlerde sinemalarımıza üst üste harika filmler geliyor, gelecek. Özellikle bu aralar sinema salonlarına iyice yakın duralım, zira bu Cuma American Hustle, haftaya 12 Years of a Slave gibi filmler izleyiciyle buluşacak. 

Bu seneki ödüller üzerinde hak talep eden filmlerden bir tanesi de 2009 yılında Maersk Alabama gemisine yapılan korsan saldırısını konu alan Captain Phillips. 

Afiş bile geriyor insanı, renklerinden midir nedir.

2 Oscar ödüllü oyuncu Tom Hanks'i Maersk Alabama kargo gemisinin kaptanı Richard Phillips olarak gördüğümüz filmde aksiyon, gerilim ve dram bir arada ve bir an olsun düşmeyen bir tempoyla sunuluyor.

Somali'li korsanlar tarafından fidye için ele geçirilmek istenen Maersk Alabama gemisinde işler korsanların istediği gibi gitmez. Bu nedenle Amerikan hükumetinden istedikleri miktarlardaki fidyeyi koparabilmek Kaptan Phillips'i rehin alarak küçük bir filikayla Somali kıyılarına doğru yola çıkarlar...

Hikayenin gerçek bir olaydan öykünmesi ödül komitelerinin hoşuna gidebilecek bir durum elbette ("Best Adapted Screenplay" direk cepte zaten) ve bu noktada filme bakış açısı bir parça değişebilir. Ismarlama bir iş ve/veya ödüller için yapılmış bir iş olarak görülme handikabını fazlasıyla yaşayan Captain Phillips, filmin ilk 20 dakikasının ardından ise bu düşünceleri tamamen süpürüyor ve Tom Hanks'in muhteşem oyunculuğuyla birlikte izleyiciyi avuçlarının arasına alıp sıkmaya, terletmeye başlıyor. 

"Everything will be OK, Irish."

Daha önceki işlerinde de bu tarz kurgulara rastlayabildiğimiz yönetmen Paul Greengrass'ın durmak bilmeyen kamerası yine oldukça hareketli ve en küçük mekanlarda bile birçok farklı açıdan yaptığı çekimlerle izleyicinin olayın içine çekilmesine ön ayak oluyor.

Filmin başından itibaren "olası bir korsan saldırısı" konusundaki hassasiyetini ve gerginliğini gördüğümüz Phillips ise saldırı gerçekleşmeye başladığı andan itibaren seyirciyle müthiş bir etkileşim içine giriyor. Tom Hanks'in eksiksiz, abartısız ve müthiş oyunculuğu sayesinde izleyici kendini Phillips'in yerine koymaya başlıyor ve bu noktadan itibaren her şey daha gerçekçi ve korkunç bir hal alıyor.

Çoğunlukla filmin en önemli sorunlarından biri olarak görülen "sonunu bilme" durumu ise bence bir avantaj, en azından izleyici açısından. Zira tüm bu gerilimin ve gerçekliğin sonunda kimin kazanacağına dair bir fikrim olmasaydı düşer düşer bayılırdım herhalde.

Aslında tüm bu çatışmanın tek sebebinin "para" olduğu, hem saldırganlar, hem de mağdurlar tarafından sıklıkla dile getiriliyor. İşverenlerin rahatı için alt sınıftakilerin birbirini paraladığı bir dünyaya dair kaygılarını çocuklarının geleceği üzerinden net bir dille ifade eden Phillips, filmin özel cümleleri hakkında da ipuçları vermiş oluyor.

Film sırasında en soldakine sövüp ağzına vurmak isteyenler, kaç kişiyiz?
Böylece korsanların da sıradan insanlar olarak algılanmasına uzanan bir yol açılıyor. Muse'i canlandıran Barkhad Abdi'nin ve diğer oyuncuların performanslarının da bir hayli ilgi çekici olduğunu yeri gelmişken belirteyim. Üstüne bir de karakterlerin bu "zorunda kalmış" halleri eklenince, sonunu bilmenin verdiği rahatlıkla kendini telkin edebildiği zamanlarda, seyirci daha genel sorunlar ve gelecek hakkındaki endişelere dair düşüncelere sürüklenebiliyor.

Amerikan ordusunun devreye girmesi, SEAL ekiplerinin (hayatta en korktuğum şeylerden birisi bunların eline düşmek zaten), insansız uçakların, kısacası AMERİKA'nın işin içine girmesiyle sonlara doğru olay biraz rehine kurtarma operasyonuna dönüşse de, hem Tom Hanks'in ağlatan(literally) oyunculuğu, hem de filmin sonunun "Yaşasın Amerika!" basitliğine indirgenmesinin önüne geçmeyi başaran yönetmen Greengrass sayesinde çok daha Phillips odaklı bir sonla izleyici baş başa bırakılıyor.

Özellikle bu sebepten, geçen yıl ARGO'nun aldığı eleştirilerin Captain Phillips için geçerli olacağına inanmıyorum. Yani ortada tek bir vatandaşının emniyeti için dünyaları yakmaya hazır, yetkin ve arif Amerika! mesajı filan yok. (Bence Argo'da da yoktu zaten o kadar)

Gerçekliği bir yana, sonunu bildiğiniz bir hikayeyi ilk defa görüyor ve kendiniz yaşıyor gibi hissederek Somali'li korsanlar tarafından kaçırılma tecrübesini 134 dakikalığına da olsa yaşamak, birebir tatmak istiyorsanız Captain Phillips'den daha iyi bir alternatif bulabileceğinizi sanmıyorum.

Türünün en iyilerinden bir tanesi.



14 Ocak 2014 Salı

Ne Uzun Ne Kısa: "Pizza&Bira"

Selam.
"Ne Uzun Ne Kısa" serisinin en abuk bölümlerinden birini oluşturacak "Pizza&Bira" başlığı altında çoğunlukla herhangi bir sanatsal misyona sahip olmayan, mesaj kaygısı taşımayan, tutarlı bir hikayeye sahip olmayan, kısacası hiçbir halta benzemeyen ama tüm bunlara karşın bir şekilde yapıtla aynı frekansa girebilirseniz gayet keyif alabileceğiniz, biraz "ucube" işler olarak değerlendirdiğim filmlerin incelemeleri ile karşılaşacaksınız.

"B" filmlerinden yüksek prodüksiyonlu ama "olmamış" filmlere kadar, konu sınırlaması, uçarılık limiti, denyoluk hudutu kontrolü olmadan, arkadaşlarınızla ya da sevdiceğinizle pizzanızı ısırıp biranızı yudumlarken izleyebileceğiniz filmlerden sayfa sayfa bahsedilecek, en gudik projeler baş tacı edilecek. Neden böyle bir kategori mi var? Çünkü pizza ve biranın yanına "iyi anlamda çok ama çok kötü" bir filmden daha iyi bir meze bilmiyorum, bu yüzden.


Filmler tanıtılırken başlığın kendini daha rahat ifade edeceğini umuyor, devamını okumadan önce oynatma tuşuna basmanızı öneriyorum:

Tüm zamanlar favorilerim arasında da yer alan inanılmaz bir yapımla başlamak istedim, huzurlarınızda:


Yılların eskitemediği, kazanmasına kesin gözüyle bakılan 7 Oscar ödülünün de öncesinde protestocu kimliği yüzünden ödülü kabul etmeyeceğini açıklayan, bu açıklamalar sonrası törende yaşanması muhtemel bir skandalın önüne geçmek adına akademinin ödülün bir başkasına verilmesini önceden planladığından dolayı bu durumun varlığından ben ve kendisi dahil yalnızca 1 kişinin haberdar olduğu, gelmiş geçmiş en çılgın sinemacılardan biri, Tetsuro Takeuchi'nin 1999 yılında sinema dünyasına bomba gibi düşen filmi "Wild Zero", her tarağa bezler, havlular, perdeler asmış, akıllara ziyan bir yapım.

Dünyayı ele geçirmek isteyen UZAYLILAR, insanlığı yok etmek için ZOMBİ ORDULARI ile dünyaya saldırmaktadır. Gitar kurdu, bas kurdu ve davul kurdundan oluşan, dünyanın gelmiş en hızlı, en enerjik, en heyecanlı, en kıpır kıpır müziğini yapan grubu GUITAR WOLF ise gezegeni bu tehditten korumak için elinden geleni yapmaktadır. Olayların ortasında kalan, en büyük hayranları Ace'i kurtarmakla işe başlayan GUITAR WOLF'u ileride çok daha zorlu mücadeleler beklemektedir.

Kan kardeşliğinde yepyeni bir akım: Rakınrol kanı kardeşliği!
Ace ise GUITAR WOLF'un liderinden aldığı imdat düdüğünün (bu da şaka değil, gerçekten) verdiği güvenle, hoşlandığı kıza kendini ispat etmek için bir yandan zombilerle mücadelesini sürdürürken beklemediği bir sürprizle karşılaşınca hayatı ve aşkı sorgulamaya başlar; Ancak aradığı yanıt elbette her şeyi bilen, arif ve akil GUITAR WOLF'dadır. Zombiler tarafından kuşatılmış, yaşadığı şok ile olduğu yere yığılan Ace'in imdadına gitarın kurdu, kaplanı, yiğidi yetişir:

Mekana ışınlanıyor, bu lafı söyleyip geri gidiyor. Keşke dayım filan olsaydın Gitar Kurdu!
Grubun menajeri ile (sırf o peruğa 10 dakika güldüm herhalde) yaşadığı tatsızlıklar, Ace'in aşk hayatındaki çalkantılar ve uzaylılar ile mücadele derken hikaye insanı gerçekten sürükleyip götürüyor. 4. biradan sonra filan üzülmeye bile başlayabilirsiniz...O son dilim pizzayı yediğiniz için.

Biraz sonra o pena mavi ışıklar saçarak bir zombinin kafasına saplanacak.
Aklınıza gelebilecek ve gelmesinin imkanı olduğunu sanmadığım türlü saçmalıkla dolu, enfes bir film WILD ZERO. Çok zor tutuyorum kendimi mesela Guitar Wolf'un penalara üfleyip onları büyülü birer silaha dönüştürebildiğini söylememek için. Fakat izleyin, kendi gözlerinizle görün, yediğiniz içtiğinizden aldığınız kalorileri 98 dakikalık bu gülme seansında yakın istiyorum.

İşin daha da ilginci, filmde 1-2 şarkısına denk gelip "o_O" ifadesiyle kalakaldığımız GUITAR WOLF grubu bir kurmaca değil, gerçekten de böyle bir grup var. Tayland'da yapılan çekimler boyunca zil zurna sarhoş oldukları söylenen elemanların kapıştığı zombileri ise GERÇEKTEN Thai ordusuna mensup askerler ile onların aileleri canlandırmış. Gördüğünüz gibi garipliklerin ardı arkası kesilmiyor.

Yan karakterlerin pantolonlarını kim çalmış, ben de bilmiyorum.
Kafanızın tamamen durmasını istediğiniz bir gün kendinize ve bana bir iyilik yapın, pizza ve bira eşliğinde WILD ZERO izleyin. Yorumlarınızla buraları şenlendirin, bu inanılmaz sanat eserinin daha çok insana ulaşmasına yardımcı olun.

Böyle bir manyaklıktan sonra hangi filmden bahsetsem çok sönük kalacak, o yüzden burada bitiyorum. Bir sonraki "Pizza&Bira" filminde görüşene dek zaman zaman bir zombi istilasında kullanılacak en etkili silahın ne olabileceğini düşünmeyi unutmayın, mutlu günler.