29 Ekim 2015 Perşembe

Sui generis

Selam. Uzunca bir aranın ardından ilk ve yine uzunca bir ara vermeden önceki son yazımdan merhaba. Bu defa farklı türdeki pek çok filmi kısa kısa tanıtmaya çalışacağım; askerden döndüğümde de aynı performansı sizlerden bekliyorum.

Askerde en çok dinleyeceğim şeylerden biri olsun bu yazının müziği:



Son zamanların en harika işlerinden bir tanesi ile başlayalım:

Wild Tales

Hem stil, hem de biçim açısından bir süredir tekdüzeleşen ana akım sinemayı ferahlatan Wild Tales (özgün ismiyle "Relatos Salvajes"), Steven Spielberg'ün yönetmenliğini yaptığı "Amazing Stories" serisinden de ilham alan Damian Szifron'un yönetmenliğinde, kendisinin yazdığı 6 kısa hikayeden oluşuyor. Bireyin toplum ve devlet ile olan ilişkisini, Arjantin'in içinde bulunduğu yozluğu (aslında herhangi bir ülkeye de uyarlanabilir elbette) da eleştirerek, insan doğası üzerinden enfes bir şekilde işliyor. "Normal" kabul ettiğimiz durumlara "anormal" kabul ettiğimiz tepkiler veren insanlara ait hikayeler çekmek fikri, son birkaç yıldır gördüğüm en güzel fikirlerden bir tanesi. Bu zor fikri hem bu kadar karanlık, hem de bu kadar eğlenceli bir şekilde ele almayı başarmış olması ise Szifron'u takip edilecek yönetmenler listesine sokmaya yetiyor da artıyor. Sinemanın bu tür filmlere kesinlikle çok ihtiyacı var. Son yılların en özgün, en stilistik işlerinden bir tanesi.


Bağımsız süper kahraman komedisi isteyen olursa diye bunu da bırakayım buraya.

Before We Go

Kaptan Amerika yönetmenliğe soyunursa ne olur? Tabii ki biraz geçmişte kalmış, kurallara sıkı sıkıya bağlı, modern zamana ayak uydurmakta güçlük çeken, eli yüzü oldukça düzgün bir film olur. Chris Evans'ın ilk yönetmenlik denemesi olan Before We Go da bunlardan ne eksik, ne de fazla bir film. Brief Encounter ile benzerliği, Chris Evans ve Alice Eve'ın çekicilikleri dışında görsel anlamda neredeyse hiçbir şey sunmaması ve diğer her şey bir yana, tüm "peri masalı" durumuna getirdiği realist bakış açısı ve 95 dakika boyunca hissettirdiği sıcaklık sayesinde bile oldukça tatmin edici bir hal alıyor. Hollywood'un büyük bütçeli, "güvenli" filmlerinin yıldız oyuncusundan böyle bir hamle gelmiş olması bile önemli. Elbette bu "güvenli bölgede kalma" durumu Before We Go'ya da fazlaca etki etmiş olsa da, romantik-komedi seven bir izleyicinin Before We Go'yu sevmeme ihtimali sıfıra yakın.

The Double

The IT Crowd'dan tanıdığımız, Submarine ile gönüllerimizi fethetmiş olan Richard Ayoede'in yönetmenliğinde, Dostoyevsky'nin "Dyovnik" romanından uyarlanan The Double, edebiyat uyarlamalarının çoğunluğunun düştüğü tuzaklara hiç düşmeden, Ayoede'in turuncu-siyah renk paleti sayesinde iyice kararan disütopik  bir dünyada, Jesse Eisenberg'in mükemmel oyunculuğuyla yükselen, enfes bir film. Doğrusu Eisenberg'in oyunculuk yeteneğini sık sık sorgulayan biri olarak kendisini ağzı açık seyrettim. Şizofreniye işaret eden, bir kimseyle eş ruha sahip bir hayalet olarak tanımlanabilecek "doppelganger" olgusunu işleyen The Double, gerçek algısının kayboluşunun sinemadaki en iyi incelemelerinden bir tanesi. Kafka-Dostoyevsky ve iyi sinema sevenler kaçırmasın.
P.S.: Hikayenin uzaklardan anlatılıyor oluşuna ve yapıbozuma aldanıp ilk 15 dakika sonrasında "meh," demeyin; gelin bana güvenin.



"Honourable mentions" gibi oldu, güzel oldu böyle.

Redirected

Guy Ritchie? Vinnie Jones? Doğu Avrupa? Bahtsız arkadaşlar? Evet elimizde Litvanya-İngiltere ortak yapımı, Emilis Velyvis'in yönetmenliğinde oldukça ucuz, ırkçı, kötü senaryolu, bol küfürlü, daha da bol argolu, kanlı, seksli, haykırarak gülmeli bir komedi-suç filmi var. Etkilendiği, olmak istediği şeyleri saklamaya çalışmadan, neyi neden yaptığı çok belli bir film üstelik. İçerisinde Vinnie Jones'un olduğu bir şeyi nasıl "hmmm, HİÇ İNOVATİF DEĞİL," diye değerlendirebiliyorlar, zaten anlamak mümkün değil.
Zamanında IMDB'de 8.5'lara kadar yükselmiş puanına aldanmadan, bir
Snatch beklemeden, göndermelerini ciddiye almadan, bir-iki bira eşliğinde izlendiğinde yıllarca kendisinden bahsettirebilecek güçte bir film Redirected. Sinemayı o kadar da ciddiye almak istemediğiniz bir zamanda, mümkünse geyiği bol birkaç arkadaşınız ile birlikte açın, izleyin ve dev eğlenin.

The Sunset Limited

Tommy Lee Jones ve Samuel L. Jackson gibi iki usta ismi zıt karakterlerle karşı karşıya getiren The Sunset Limited, tek mekanda gerçekleşen çekimleri, zıtlıktan doğan enfes diyaloglar ve zaman zaman yükselen tiratlar eşliğinde bir tiyatro oyunu izlenimi yaratıyor. Evrenin iki ayrı ucunda duran iki adam, insanoğlunun içine düştüğü tüm ikilemleri tartışıyor ve bunu yaparken "yaşamın anlamı nedir?" gibi kokuşmuş bir soru sormak yerine yaşamın kalitesini sorguluyor. Yüzyıllardan beri proleter - burjuva arasında süregelen inanç tartışmalarını, siyah ve beyazın sonsuz savaşını, tarafını çok belli etmeden yansıtmaya çalışıyor ve çoğunlukla başarıyor. Felsefi bir tartışmada olması gerektiği gibi, finalde herhangi bir cevap sunmadan, her izlendiğinde farklı sorular ve farklı yanıtlar fırsatının doğmasına olanak tanıyor. Bu bir film değil, bu çok daha acayip bir şey.
Kafanızın karışmasını istediğiniz her an izleyebilirsiniz. Sonra da bana yazın, birlikte aptal olalım.



Bu çok aman tanrım bir şey, bu bambaşka bir şey.

Time Lapse

Butik bilim-kurgu filmlerine bağlılığım pek çoğunuzun malumu. Time Lapse de bu kontenjandan bu sayfada kendine yer edinen bir yapım. Doğrusunu isterseniz sinemasal açıdan Time Lapse hiç başarılı bir film değil. Fakat bu beni pek alakadar etmiyor. Zamanda yolculuk konusuyla ilgilenen bir film eğer bir Los Chronocrimes olamayacaksa, La Jetée değilse, Back to the Future'a yaklaşamıyorsa, Primer havasında değilse, ne bileyim 12 Monkeys çılgınlığına yetişemiyor, Midnight in Paris minnoşluğuna kavuşamıyorsa bence en azından Time Lapse gibi olmalı. Övdüm mü, sövdüm mü belli değil biliyorum ama zamanda yolculuk kavramının sinemada işlenme biçimleri hoşunuza gidiyorsa bir şans verin, pişman olmazsınız. "Dur, şöyle harika bir film izleyeyim de takkem uçsun" diyorsanız, başka filmlere yönelseniz daha iyi olur.



Sanıyorum şimdilik bu kadar. Önümüzdeki birkaç gün içerisinde gaza gelip bir yazı daha yazmazsam Mayıs ayı gibi tekrar görüşürüz, diye umuyorum. Kendinize acayip iyi bakın. Sınırda ben varım, rahat uyuyun derdim ama Kıbrıs çıktı ne yazık ki hehe. Mutlu günler!


















6 Temmuz 2015 Pazartesi

Slow West

Selam. Stilize western filmlerini oldum olası sevmişimdir. Sundance Film Festivali'nin Dünya Sineması bölümünde Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülen Slow West, hem estetize edilmiş dönem filmi görüntüsü, hem büyük ölçüde güç aldığı romantizm dokusuyla çoğu türden izleyiciyi kendine çekebilecek bir film. Hazır ölü yaz dönemindeyken böyle bir cevher bulmuşken yazmadan geçmeyeyim dedim.

Filmin müzikleri hali hazırda müthiş olduğundan farklı bir şey koyasım gelmedi buraya:



Aromasını bir türlü çözemediğiniz, tatlı mı acı mı, yoksa ekşi veya tuzlu mu bilemediğiniz bir şekerleme gibi denilebilir belki Slow West için. Silahların patladığı, sepya bir coğrafyada, ölüm ile yaşam arasında nüans farkları dışında pek de bir ayrıştırıcı bulunmayan bir dünyada geçiyor olsa da Slow West saf duygulardan beslenen, hatta itici gücünü tek bir duygudan alan bir film; aşk uğruna mesafe ve tehlike tanımayan genç, aristokrat bir oğlanın sevdiği kadını bulmak üzere çıktığı yolculuğu konu ediyor Slow West. Kodi Smit-Mcphee'nin, Jay karakterinin saflığıyla çok iyi uyum sağlayan bol mimikli oyunculuğu ile Micheal Fassbender'ın gizemli haydut Silas rolündeki -kendi standartlarını koruyan- performansı, bu güzel hikayenin daha da dokunaklı bir hale gelmesine katkı sağlıyor.



Çekimlerin yapıldığı Yeni Zelanda'nın filmin estetik duruşuna katkısı çok, çok büyük elbette ama ilk defa uzun metraj için yönetmen koltuğuna oturan, BAFTA ödüllü John Maclean'in ve görüntü yönetmeni Robbie Ryan'ın başarısını gözardı etmemek gerek. Panoramadan vazgeçmeyen sinematografi, insanı kendine aşık eden ama bir o kadar da düşmanca bir coğrafyada yapılan bu yolculuğu daha da destansı kılıyor. Western türünün olmazsa olmaz mizah unsurları, dönemin ölümcüllüğünü daha da ön plana çıkaran vahşet görüntüleri ile birlikte tür sineması olarak değerlendirildiğinde dahi ortaya oldukça oturaklı bir iş konulduğunu göstermeye yetiyor. Film bittikten sonraki "sayım" bölümü ise John Maclean'ın dersini ne kadar iyi çalıştığının bir göstergesi.



Tamamen özgün olduğu söylenemese de 19. yüzyıl Amerika'sını birçok farklı yönüyle, oldukça dramatik bir şekilde işleyen "Meek's Cutoff" gibi oldukça stilize ve estetik bir film Slow West. Görsel açıdan mükemmel, olgun hikayesiyle uzun süre akılda kalacak kadar güçlü ve hemen her açıdan oldukça özel bir film. Iskalamayın. 

Mutlu günler.


14 Haziran 2015 Pazar

Jurassic World

Selam. 12 Haziran 2015 tarihi itibariyle Park yeniden ziyaretçilere açıldı. Hangi park mı? Tabii ki Jurassic Park! Gelmiş geçmiş en sansasyonel, en yenilikçi serilerden birinin son filmi hakkında bir şeyler yazmamak olmazdı. 

Müzik: 



Önceki filmleri sinemada izlemiş şanslı (ve biraz yaşlı) bir izleyici olarak Jurassic World'ün fragmanını izledikten sonra aslında oldukça hayal kırıklığına uğramıştım. Rezalet replikler, bayatlıktan ölecek espriler ve "NASIL YANİ RAPTORUN YANINDA MOTORA BİNEN, INDIANA JONES KILIKLI CHRIS PRATT?!" gibi sebepler ile sürerek bağıra çağıra sayıp sövmeye başlamıştım. Doğrusu o kadar uzun süredir "fragmanın 120 dakikada anlatılmış hali" filmler izliyoruz ki, Jurassic World'de de benzer bir durum olacağını sanmıştım...Yanılmış olmaktan dolayı daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım!

1993 yapımı Jurassic Park'ın evrim göndermelerini hatırlatan enfes bir "kuş ayağı" detayı ile başlayan filmin genç yönetmeni Colin Trevorrow dersini çok iyi çalışmış. Alt metinde kapitalizm eleştirileri yapmaktan çekinmeyen, ekolojik sistem ve insanoğlunun dünyadaki yeri hakkında dolu dolu laflar eden Jurassic World'de bakan gözler için geçmişe yönelik birçok gönderme yer alıyor.


Spielberg'ün yapımcılığının filme etkisi büyük elbette. Özellikle daha önceki filmde, ikonik T-Rex'imizin madara edilişine gelen tepkileri çok, ÇOK, - ÖYLE BÖYLE DEĞİL LAN GERÇEKTEN ÇOK - dikkate aldığını görmek harika oldu. T-Rex'e uzanan eller kırılsın! 

Elbette 90'lardan kalma bir serinin devamı olarak türlü klişeler de yok değil. Bir başka filmde olsa "yav he, he" diyerek burun kıvıracağım birçok şey söz konusu JURASSIC PARK park olunca gözardı edilebilir bir hale geliyor açıkçası. Aynı şekilde kimi ucuz espriler de o enfes 90'lar mizah anlayışını düşününce hiç de sırıtmıyor, aksine sırıttırıyor. Bir ucuz espri de ben yapmış oldum böylelikle, hadi bakalım.

Afiyet olsun.

Chris Pratt iyiden iyiye bu tür tatlı-sert rollerin adamı olduğunu gösteriyor artık. Özellikle 2000 sonrası artık eskiye nazaran şaşırabilen, korkabilen ama yeri geldiğinde yine türlü "badass" hareketlerde bulunabilen kahramanlar görmeyi tercih eden seyirci profilinin beklentisini rahatlıkla karşılıyor. Vincent D'Onofrio da hem performansı, hem karakteri ile doğrusu "Newman" karakterini aratmadı diyeyim, siz anlayın gerisini.

Çok da uzatmayayım; fırsatınız varken koşa koşa gidin, izleyin Jurassic World'ü. Filmin kötü olduğunu iddia eden CGI manyağı yeni nesil tiplere aldanmayın. Bulursanız Imax salonda koltuğunuza yerleşin, serseri fişek, Çinçin bebesi velociraptorlara bir kez daha hayran olun; ağır ağabey T-Rex'in görkemi karşısında gazdan sinema koltuğunu kemirin, tüm bu çılgınlıkların arasında insanoğlunun gerçekten ne kadar dingil olabileceğini bir kez daha düşünün ve unutmayın; eğer bir şeyler sizi kovalamaya başlarsa, KOŞUN!

Mutlu günler.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

What We Do in the Shadows

Selam. Bugün farklı mecralarda övmekten geri duramadığım "What We Do in the Shadows" filminden bahsedeceğim. Eğer vampir mizahı diye bir şey varsa, bu filmde tam olarak bu var. Eğer yoksa da artık var!

Müzik: 



What We Do in the Shadows, Yeni Zelanda'da oldukça ünlü olan yönetmen-oyuncu Jemaine Clement ve Taika Waititi'nin birlikte yazıp yönettiği, hatta başrollerini paylaştığı bir korku-komedi filmi. Korku unsurunun kandan, vahşetten veya "jump scare" adı verilen sahnelerden değil, tamamen vampir olgusunun ürkütücülüğünden ileri geldiğini baştan belirtmek gerek. Zira aslında bu film oldukça komik!


İngiltere-Wellington'da yaşayan Vladislav, Viago, Deacon ve Peter isimli dört ev arkadaşı vampirin hayatlarına, belgesel/röportaj tekniğiyle göz attığımız, vampirlerin modern dünyaya adaptasyonu, alışkanlıkları ve dış dünyayla etkileşimlerini irdeleyen filmin hali hazırda bu dev abuk fikri, çekim tekniğinin izleyiciyle sürekli etkileşimde olmaya olanak sağlaması ile daha da absurd bir hale geliyor. 

"Kendilerine zarar verilmeyeceğinin garantisiyle, bir belgesel ekibi, zaman zaman Wellington'daki yaşayan ölü halkının toplandığı "Unholy Masquerade" öncesi Vladislav, Viago ve Deacon adlı üç vampirin yaşamını filme alırlar." şeklinde özetlenebilecek filmin naifliği, henüz bu özetteki "kendilerine zarar verilmeyeceği  garantisi" noktasında bile kendini gösteriyor. Filmin 120 dakikalık süresi içerisinde de bu naifliği bozacak hiçbir sahneye, karakterlerin çeliştiği hiçbir ana denk gelmem mümkün değil. Hele ki kurtadam-vampir ilişkisinin işlenişinde artık "YHAA YERİM SİZİ" dediğimi belirtmeliyim. Hoş, epey imkansız bir şey bu tabii.


Shaun of the Dead ile zombi filmleri nasıl bir anda komedinin de radarına girmeye başladıysa, What We Do in the Shadows'un da bu tip bir etkiyle vampir filmlerini değiştirebilecek güçte. Esprilerin kalitesi, karakterlerin inandırıcılığı falan gerçekten müthiş. Komedi filmleri kategorisinde değerlendirince bile ilk 10 listeme falan rahatlıkla alabileceğim bir film bu. Spoiler olmasın diye çok çabalıyorum ama özellikle "Unholy Masquerade" balosuna gitmeden önce bir muhabbet var ki, kanepeden yuvarlandığımı hatırlıyorum.

Kısacası yemek yerken izlemelik bir şey olsun diye açtığım, yarısına gelmeden "Sanırım ben yıllarca bu filmi öveceğim," dediğim ve finalinde de bu düşünceyi gerçekleştirmek üzere derhal harekete geçip sürekli kendisinden bahsetmeye başladığım bir film oldu What We Do in the Shadows. Umarım hak ettiği değeri bulur (hoş, bu tür için IMDB puanı gerçekten de bir şeyleri kanıtlıyor zaten) ve yeni bir soluk getirerek bu türde öncül bir hale gelir. Bana göre şimdiden kült zaten. Kaçırmayınız.

Mutlu günler. 


17 Mayıs 2015 Pazar

Mad Max: Fury Road

Uzunca bir aradan sonra selam. Efsanelerden efsane seri Mad Max'in 30 yıl sonra çekilen yeni filmi için bir şeyler karalamasaydım çok içimde kalacaktı. Zira film MÜ-KEM-MEL arkadaşlar.

Aslında filmin müzikleri başlı başına ayrı bir olay ama filmi izlemeyenler için "Brothers In Arms" gibi daha ilk dinlemede kült hale gelen bir soundtracki bu yazıya koyarak "spoiler" vermiş gibi olmak istemiyorum. Onun yerine böyle "roket" bir filme yaraşacağını düşündüğüm bir başka şarkıyla yazıya devam edelim: 


Bilmeyenler için; Mad Max, Avustralya'lı yönetmen George Miller'ın, yapımcı Byron Kennedy ile birlikte kaleme aldıkları bir öyküden doğan, Mel Gibson'ın efsane performanslarıyla daha da yükselen harika bir distopya serisi. Son filmi 1985'de çekilen serinin son halkası Mad Max: Fury Road ise...Yani nasıl desem...İ-NA-NIL-MAZ!


Her şeyden evvel bir film tecrübesi bağlamında çok uzun süredir izleyicisini bu kadar kendine bağlayan, hapseden başka bir yapım görmediğimi belirtmem gerek. Tempo falan diyeceğim ama Mad Max:Fury Road'daki tempo değil, başka bir şey. İlginç bir detay vereyim: Filmin ortalarına doğru, belki de izleyiciye ilk kez nefes alma imkanı tanıyan bir sahneye geçilirken yanımdakilere "Yahu bir soluklansaydık artık keşke," dedim ve şanslı bir an olarak tam o esnada filme 10 dakika ara verildi. Filmin ilk yarısının özeti bu cümle olabilir, zira Çılgın Max, Furiosa ve Ölümsüz Joe'nun akıl azaltan kapışmasında ne göz kırpmaya müsaade edecek bir an, ne de nefes almaya imkan sağlayacak bir boşluk var. 

Filmdeki araçların birçoğu "Besiege" adlı efsane oyundan fırlamış gibi.

Distopik bir Avustralya coğrafyasında, kaynakların tükenişiyle başlayan dev kapışmalar, insanoğlunu en temel ve gerçek içgüdüsüne sıkı sıkıya bağlanmaya zorluyor; hayatta kalmak için gerekli her şeyi yapmak gerektiğini kabullenmiş insanların mücadelesi başlıyor. Kan ve ateşle sulanan topraklardaki bu hayatta kalma mücadelesi ise gişede çılgın atan, aklınıza gelebilecek herhangi bir aksiyon filminden kat be kat daha yoğun, daha delice işleniyor.

Elde kalan her malzemenin olabilecek en efektif şekilde kullanılmaya çalışılması ve yokluktan doğan ihtiyaçların karşılanmaya çalışılmasındaki farklı metotların hiçbirinin zerre yadırganmadan, oldukça doğal bir şeymiş gibi izleyiciye aksettirilişi Mad Max serisinin belki de en büyük gücü. Fury Road'da da bu güce tüm ihtişamıyla tanık olmak mümkün. Bu dev çılgınlığın içerisinde yaşanan hiçbir olay, vahşetin hiçbir boyutu izleyiciye "yok artık," dedirtmiyor; bu müthiş keşmekeşliğin bu kadar makul bir şekilde yansıtılmış olması bile başlı başına çok büyük bir hadide.

Sanıyorum bu görsel birçok şeyi açıklıyor...

Tom Hardy'nin Max performansı da kati surette Mel Gibson'ı aratmıyor. Özellikle Gibson'ın o tutarsız, acıdan bir parça dengesini kaybetmiş halleri, içinde kötülük olmamasına rağmen gerektiğinde vahşileşmekten gocunmayan tavrını harika bir şekilde işliyor Hardy. Kendisine Furiosa rolünde eşlik eden Charlize Theron ve mizahi unsurlarıyla kalbimizi çalan Nux karakteriyle Nicholas Hoult da performanslarıyla filmin daha da yücelmesini sağlıyorlar.

Detaylarında barındırdığı farklı çıkarımlara imkan sağlayan yönleriyle de basit bir aksiyon filmi olmanın çok ötesine geçilmiş. Bu cehennemin ortasında ön plana çıkan kadın, Ölümsüz Joe'nun kendisine kurduğu düzen ve türlü patlamalar, çatışmalar ve kapışmaların arasında kurulan birkaç önemli cümle ile neden Mad Max dünyasının bu kadar ünlü, bu kadar öncü ve bu kadar kıymetli olduğunu bir kez daha gösteriyor Miller seyircisine.

Immortan Joe'nun eşleri de yani...Şimdi...İnsan tabii kıskanmıyor değil.

Ne yapın edin bu filmi bir şekilde izleyin. Hatta mümkünse direkt sinemada izleyin; ağzınız bir karış açık bir halde MUH-TE-ŞEM müzikleri, HA-Rİ-KA renk paleti, iki devasa aksiyon sahnesiyle 120 dakikalık bir filmin nasıl yapılabileceği konusunda adeta ders veren, şov yapan MU-AZ-ZAM kurgusu ve HA-Rİ-KU-LA-DE alt metinleriyle insanoğlunun en büyük kavgasının son dönemlerde sinemadaki en görkemli işlenişine tanık olun...Of yeter, sıfatlarım bitti, daha fazla övemeyeceğim.

Mutlu günler efendim.



2 Mart 2015 Pazartesi

Málmhaus

Selam. Aslında bu yazıyı PasifAgresif'e yazdığım için tam anlamıyla bir film incelemesi olmadı. Fakat Málmhaus'u çok beğendiğim için yazıyı olduğu gibi burada da paylaşmak istedim, buyursunlar:



"Her insanın kendisine iyi geleceği düşüncesiyle yaptığı bazı davranışlar, bu bağlamda yarattığı alışkanlıklar vardır. Ya da çoğu insan, beklemediği bir anda ortaya çıkması ve ortaya çıkışındaki bu enerji oluşumunun kendisini daha iyi hissettirmesi için çok derinlerinde bir yerlere bir şeyler gömer, diyeyim. Yarı bilinçli bir halde oluşturulan bu garip savunma mekanizmaları farklı farklı şekillerde açığa çıkar ve çıktıklarında genellikle etraftaki insanları şaşırtır. Durduk yere ağlamaya başlayan birini gördüklerinde, masasında oturduğu kişinin hiç gereği yokken içkisini bir anda kafasına dikip ortamı kaçarcasına terk etmesine tanık olduklarında, yağmur yağmaya başladığını gördüğünde olabilecek en 'anlamsız' tepkileri veren insanlarla karşılaştıklarında veya o yağmurda yalnız başına, saatlerce bilmediği bir ormanda yürüdüğünü anlatan bir insanı dinlemeyi sevdiğinden bahsettiğinde, arkadaşlarının 65 dakika boyunca nadiren değişen, üstelik çoğu söz ve melodilerin durmadan tekrarlandığı bir müziği dinlediğini gördüklerinde, en sade haliyle, diğer insanlar şaşırırlar...Ve insanlar şaşırdıklarında, keskin tepkiler verebilirler."

NARGAROTH - Geliebte Des Regens kritiği için yazdığım bu paragraf, İzlanda'lı yönetmen Ragnar Bragason'ın Toronto Uluslararası Film Festivali'nin "Çağdaş Dünya Sineması" bölümünde gösterilen, biz metal sevdalısı insanların da bir hayli heyecanlanmasına sebep "Málmhaus" filmi için zihnimde dönen şeyleri bir parça özetliyor.

Filme dair ilk haberler yayılmaya başladığında, ilk görsellerde yüzü "corpse-paint" ile kaplı bir kızı ailesi ile birlikte sofrada gördüğümde ilk düşüncem bunun karikatürize edilmiş bir metal komedisi, bir parodi olacağı yönündeydi ve doğrusu beklentim oldukça düşüktü. Fakat Bragason'un senaryosu öylesine gerçek, öylesine "bizleri" anlatıyormuş ki, Málmhaus son dönemlerde izlediğim en iyi dram filmlerinden birisi olup çıkıverdi. Evet, Málmhaus epey dramatik bir hikayeyi anlatıyor.

Şimdiden belirtmekte yarar var; bu filmin "tr00" veya kvlt hiçbir yanı yok. Metal müziğe yapılmış bir güzelleme de değil. Hatta metal müzik ile ilgili, tıpkı fantezi edebiyatına sıklıkla yapılan "kaçış edebiyatı" olması yönündeki eleştirilere benzeyen bir çıkarıma, alt-metne ulaşmak bile mümkün. Fakat dediğim gibi, Málmhaus'un temeli metal müzik değil, çocukluk travmaları.


Hepimizin hayatında, başa çıkmakta çok zorlandığımız, çok derinlere gömüp yok saymaya çalıştığımız şeyler olabilir. Hera da henüz çocuk yaştayken, ağabeyi Baldur'un saçma sapan bir kaza neticesinde hayatını kaybetmesi ile derin bir travma geçiriyor. Ebeveynleri de kendi üzüntülerinden kızlarının yaşadıklarını göremeyecek halde olunca, geriye yapayalnız ve ne yapacağı hakkında bir fikri olmayan bir çocuk kalıyor. Hera da ağabeyinin hayatına mal olan, içinde bulunduğu yaşamın depresyonu (çiftlik hayatı diyebiliriz buna) ve ağabeyi ile arasında kalan tek bağın (evi, ağabeyinin odası) kopmasından korktuğu için yaşadığı yeri terk etmesine ya da kendi canına kıymasına engel olan güçsüzlüğünün ortasında, sıkışıp kalıyor. İşte bu noktada devreye ağabeyinin heavy-metal sevgisi giriyor ve Hera ağabeyinin tişörtlerini giymeye, kasetlerini dinlemeye, gitarını çalmaya başlayarak, bir rock-star olma hayali ile bir türlü içerisinden sıyrılamadığı gerçekliği arasında bir yaşam sürmeye başlıyor.

Daha önce yalnızca bir uzun metraj tecrübesi bulunan Thorbjorg Helga Thorgilsdottir'in efsane bir şekilde canlandırdığı Hera, son yıllarda gördüğüm en iyi işlenmiş karakterlerden birisi. Yaptığı her hareketin altında yatan motivasyonu o kadar net bir şekilde görebiliyorsunuz ki, empati kurma olayı resmen boyut atlıyor. Ağabeyinin canını aldığı için kendisine karşı borçlu olduğunu düşündüğü Tanrı ile ilişkisinden tutun da, yerel papazın da bir metal kafa olduğu anladığı anda verdiği tepkiye kadar her hareketi çok anlaşılabilir, çok içten ve çok samimi. Aynı şekilde çevresindeki insanların Hera'ya karşı tutumları da belki birçoğumuzun birebir yaşadığı türden, çok gerçek tepkilerden oluşuyor.

Değerli site sakinlerimizi daha çok ilgilendiren müzikal taraflara bakınca ise dönemin büyük heavy metal gruplarının yükselişine denk gelmesi sayesinde film boyunca birbirinden nefis şarkılarla karşılaşmak da kaçınılmaz olmuş. Hera'nın müzikal yolculuğu RIOT'dan SAVATAGE'a, JUDAS PRIEST'den IRON MAIDEN'a, BLACK-SABBATH'dan METALLICA'ya birçok öncü grubun peşinden MAYHEM gibi ekstrem gruplara geçtiğinde ise film tepe noktasına ulaşıyor.


Black metalin yayılmaya başladığı, kiliselerin alevler tarafından yutulmaya başlandığı dönemde kendi iç dünyasını en iyi bu şekilde yansıtacağına inanan Hera, kendi başına bir demo bile kaydediyor(ki bu sayede film mükemmel bir finale de kavuşuyor).  Metal hakkında kurduğu "Onlar savaşı ve ölümü anlatıyorlar. Bunun bir parçası olmak istedikleri için değil, gerçek bu olduğu için." cümlesi ise Hera'nın neden metal müziğe tutunduğunu çok, çok iyi özetliyor.  

Karışık kasetler, çift kasetçalar eşliğinde kaset kopyalamak, demo postalamak gibi harika nostaljileri anımsatması, basit bir sembolizm diliyle Hera'nın yaşadığı buhranı enfes anlatışı ve özellikle finalindeki Hera'nın performansı (brutal vokal ile başlayıp normale geçişindeki sembolizm falan...Yahu çok iyi be!) ile çok uzun süre aklımda kalacak bir film oldu Málmhaus. İşi film incelemesine dökmemek veya spoiler vermemek için bazı şeyleri üstünkörü geçmiş olsam da umarım birilerinin daha bu filmi izlemesini sağlayacak bir yazı olmuştur. Belki kendini çok tr00 belleyen "metalhead"ler için eleştirecek çok fazla şey olabilir ama başta belirttiğim gibi çok net bir karakter draması ve eğer bu dünyada daha fazla insan, ortaklaşa bir acı yaşadığı insanlarla birlikte son ses MEGADETH - Symphony of Destruction açıp, içinden geldiği gibi, "deli" gibi tepinseydi, eminim çok daha sağlıklı bir toplum olurduk.  



20 Şubat 2015 Cuma

Birdman & Whiplash

Selam. Akademi Ödülleri iyice yaklaşırken, aday filmler hakkında bir şeyler söylemeyeni dövüyorlarmış, diye duyduğum için derhal bu konuya el atmaya kadar verdim. O nedenle bu yazıda sizlere ödüllerin iki büyük adayı olan Birdman ve Whiplash filmlerinden bahsedeceğim. Adaylıkları bulunan diğer filmlerden bazıları hakkındaki görüşlerimi önceki yazılarda bulabilirsiniz.

Whiplash'de şöyle müthiş bir şarkı varken insanın eli başka şarkı önermeye gitmiyor doğrusu bu yazı için. Üstelik Birdman'in müzikleri ile de büyük oranda uyumlu. O halde buyursunlar: 




Huzurlarınızda Birdman:



İlk başta kadrosu ile kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı Birdman. Zira uzun süredir herhangi büyük bir yapımın göbeğinde yer almamış olan Micheal Keaton adı açıklanmıştı baş kahraman için. Edward Norton, Naomi Watts, Emma Stone ve Zach Galifianakis gibi yardımcı oyuncularla iyice devleşen kadroyu yönetecek ismin Alejandro González Iñárritu olması beklentileri iyice büyütmüştü. Doğrusu beklentilerimin büyük oranda karşılanmış olmasından oldukça memnunum.

Kara mizah/drama arasında seyreden hikayenin öyle insanın aklını alan bir özgünlüğü ya da yaratıcılığı bulunmuyor aslında. Kariyerinde bir defa büyük bir başarı yakalayıp ilerleyen yıllarda aynı başarıyı tekrar edemeyen her insanın içine düştüğü buhranı yaşayan kahramanımızın tekrar spot ışıkları altına girme çabasını kahramanın içsel çalkantılarıyla birlikte işleyen bir hikaye söz konusu. Buna karşın filmin sinema dili o kadar mükemmel ki, hikaye de film ilerledikçe büyüyüp daha göz alıcı bir hale geliyor.



Oyuncuların kariyerleri ile canlandırdıkları karakterlerin kariyerleri arasında bağlar kurmak mümkün ve bu bağı ne kadar güçlü bir şekilde kurarsanız Birdman'in değeri de o kadar artıyor. Zira Riggan (Micheal Keaton) ve Mike (Edward Norton) arasındaki ilişkiyi bu bağlamda ele aldığınızda ortaya harika bir hikaye daha çıkıyor.

Sinema dilinin gücünü biraz daha açmak gerekirse; Iñárritu'nun kamerası inanılmaz hareketli ve sürekli oyuncusunu takip ediyor. Bu da izleyicinin filmi bir tiyatro temsili gibi izlemesini sağlıyor. Birbirinden uzun planlar ve planlar arasındaki geçişlerin inanılmaz yumuşak olması sayesinde tüm filmi tek bir kare gibi algılıyoruz ve haliyle içine girmesi inanılmaz kolaylaşıyor. Eh, elinizin altında Emmanuel Lubezki gibi uzun planı kendi alamet-i farikası haline getirmiş mükemmel bir görüntü yönetmeni varsa (Gravity diyeyim, Children of Men diyeyim, The Tree of Life diyeyim) filminizin en azından görsel anlamda mükemmel olacağını garanti altına almış oluyorsunuz zaten.

Özellikle Keaton ve Norton'ın kusursuz oyunculuklarının yanı sıra, Emma Stone (bu kız fazla güzel değil mi sizce de? Allah hep ona vermiş gibi.) ve Zach Galifianakis de alışılmışın dışındaki rollerinin altından fazlasıyla kalkmayı başarmışlar ve oyunculukları ile filmin parlamasına büyük katkıda bulunmuşlar. Özellikle Emma Stone'un monoloğu harikulade. (her şeyi harikulade zaten bunun)



Terbiyesize bakar mısınız ya.
Doğrusu hikayesini hiç araştırmadan, yalnızca aylar önceden izlediğim fragmandan hatırımda kalan bilgilerle izlediğim Birdman'den aldığım keyfi tarif edecek bir şey bulamıyorum. Belki büyük pencereden bakınca izleyicinin genel kültürüne ve donanımına olması gerektiğinden bir tık daha fazla yaslanıyor oluşunu eleştirebiliriz ama filmin psikolojisini belirleyen müzikler, enfes oyunculuklar, daha da enfes bir yönetmenlik için Birdman bu yılın en iyi 1-2 filminden bir tanesi.

J.K Simmons olmasaydı bu yıl Norton'ı ödül konuşması yaparken izleyebilirdik ama yine de Birdman'in aday olduğu 9 ödülden 4 tanesini almasına kesin gözüyle bakıyorum. Plasede 2 dalda daha favorim Birdman ama, hayırlısı diyelim.

Simmons adı geçtiğine göre sıra Whiplash'e gelmiş bile. Haydi şirinleyelim.




"Allahım ne olur beni kaldırmasın, ne olur ya."
Hepimiz öğrencilik hayatımızda bu cümleyi kurmuşuzdur. Toplum içerisinde aşağılanmanın ne olduğunu en kötü ihtimalle (aslında olabilecek en makul şekilde aynı zamanda) okul sıralarında yaşamışızdır. Whiplash de bu his üzerine inşa ediyor kendini. Bu nedenle de herkesin empati kurabileceği, izlerken hemen hemen aynı duygular içine girdiği bir film.


"Full Metal Jacket"'ın müzik okulunda geçen versiyonu olarak da görebileceğimiz Whiplash'de otorite sahibi gücün psikolojik ve fiziksel şiddeti, genç kahramanımızın anasını ağlatıyor. Fakat Whiplash'in benzer temalara sahip diğer filmlerden en önemli farkı, baskın gücü biraz fazla savunuyor olması.


Fletcher "Not quite my tempo" dedikçe gerileceksiniz.

Harika caz partisyonlarının eşlik ettiği sahnelerde J.K. Simmons (Oz dizisini bilenler için pek sürpriz olmasa da) canlandırdığı Terence Fletcher karakterinden gerçekten de köşe bucak kaçma isteği yaratacak kadar müthiş bir güçle, prova odasındaki öğrencilerinin canına okuyor. Mükemmele ulaşmaya çalıştığı yolda kendi tekniğinden asla ödün vermeyen ve kariyerini uğruna dahi inandığı şeyden vazgeçmeyecek, saplantılı bir öğretmen figürü ile müzik konusunda belirli bir potansiyele sahip ama henüz ne istediğinden tam emin olmayan bir ergenin ilişkisine odaklanıyoruz. 

Açıkçası görünürde bir problemi olmayan, iki enfes oyunculuğun omuzlarında yükselen bir film Whiplash. Buna karşın biraz kurcalamaya başlayınca bazı çatlaklar da hemen göze çarpabiliyor. Örneğin Andrew'un (Miles Teller) kademe kademe yükselen motivasyonu finaldeki talihsiz hadisede verdiği tepkinin gerçekçiliğini izleyiciye kabul ettirecek kadar yükselemiyor oluşu, Fletcher (J.K. Simmons)'ın Andrew ile olan ilişkisindeki kimi tutarsız davranışları (özellikle karakterin arkaplan hikayesinin bir anda yüzümüze vurulduğu sahne) ve bu nedenle bu karakterin kaçınılmaz gözden düşüşü, filmin de değerini biraz düşürüyor. Aynı şekilde öğretmen-öğrenci ilişkisine bakış açısı ve bu bakış açısını haklı çıkarmaya çalışmak için gösterdiği çaba hiç de tatmin edici değil.


Filmin özeti.

Buna karşın özellikle Simmons'ın oyunculuğu ve karikatürize olmamayı başararak yarattığı figür sayesinde Whiplash'in bu denli konuşulan bir yapım olması çok normal. Zira gerçekten Teller da, Simmons da kariyerlerinin en başarılı oyunculuklarını sergilemişler. 

Bu iki oyuncuya odaklanarak izlendiği takdirde Whiplash'i beğenmemek imkansız gibi. Bunun dışında ise harika müzikleri ve dengeli tansiyonu haricinde benim için bir parça hayal kırıklığı oldu, desem yeridir. Ortaya koyduğu durumun empati kurmaya çok müsait olmasının ekmeğini iyi yemiş, iyi bir film Whiplash. Daha fazlası değil.

Filmin bahsettiğim otorite öven yapısı nedeniyle akademiden eli boş döneceğine adım gibi eminim. 5 adaylığın içerisinden J.K. Simmons ödülünü alır, olursa bir de "sound mixing" olur, gerisi yalan olur diyorum efendim.



Bu yazının da sonuna geldik. Olursa yorumlarınızı eksik etmeyiniz. Mutlu günler.




22 Ocak 2015 Perşembe

2014 - 2. Bölüm

Selam. 2014 yılı içerisinde izlediğim 147 filmin arasından en beğendiklerimi öve öve bitiremeyeceğim yazı dizisinin bu bölümünde ilk bölüme oranla daha düşük profile sahip, kapanın elinde kalan filmlerden bahsetmeye çalışacağım. Sağda solda denk geldiğiniz "en iyi" listelerinde isimleri geçmiyor olabilir, ancak bu onların iyi filmler olmadığı anlamına gelmiyor elbette.

Bu yazının müziği de böyle olsun:



THE HOMESMAN


Tommy Lee Jones'un hem yazıp (roman uyarlaması dahi olsa), hem yönetip, hem de başrolünü Hilary Swank ile paylaştığı "The Homesman", usta oyuncunun yine kendisinin yönettiği "The Three Burials of Melquiades Estrada" kadar vurucu olmasa da, hem oyunculuk performansı, hem de western draması hasretimi ziyadesiyle gidermesi açısından geçtiğimiz yılın gizli hazinelerinden biri. 

Hilary Swank'ın Oscar adaylığına göz kırpan performansı ve Tommy Lee Jones'un ufak detaylarla hikayeyi neredeyse doğa üstü bir hale getirmesi takdire şayandı. Dönemin yaşantısını sürekli patlayan silahlardan ziyade toplumsal algıları ön plana çıkararak gözler önüne sermesi ile Tommy Lee Jones'un modern western türünü tanımlayan en önemli insanlardan biri olduğu artık su götürmez bir gerçek.

Bu senenin değil belki ama olur da "The Homesman"'i izler ve beğenirseniz, aynı atmosferde olan "Meek's Cutoff"'u da şiddetle tavsiye ederim.


A MOST WANTED MAN


2014 yılında kaybettiğimiz usta aktörlerden biri olan Philip Seymour Hoffman'ın beyaz perdedeki son gösterisi. Birkaç yıl önceki "Tinker, Tailor, Soldier, Spy" gibi, ajan filmlerinin illa ki "blockbuster" klişelerinden ibaret, takla atan araçlar ve susturuculu silahlardan ibaret olmak zorunda olmadığının çok iyi bir kanıtı olan filmde Hoffman'a Rachel McAdams ve Willem Dafoe eşlik ediyor. Her ne kadar Hoffman özelinden çıkıp filmin hikayesini ve kurgusunu da başarılı bulduğumu anlatmak istesem de pek de bir şey diyesi gelmiyor insanın aslında.

Hiç değilse, kendi yöntemlerine sahip, hafif kafadan çatlak ama gerçek bir dahiyi oynamadaki ustalığını bir kez daha bizlere gösteren Philip Seymour Hoffman'ın anısına izlenmesi gereken bir film "A Most Wanted Man". 


FORCE MAJEURE


İşte 2014 içerisinde izlediğim en acayip filmlerden biri! Gerçekten de Roben Östlund'u bu sıradışı draması, insanın "can havliyle" dediğimiz dürtülerle nasıl da bencil düşünüp hareket edebildiğini gayet basit bir şekilde gözler önüne seriyor. 

Alpler'e kayak yapmaya giden mutlu ve zengin bir aile, materyalist mutluluklarla gayet sevimli bir aile tablosu çizerken bir akşam yemeği sırasında uzaklardan düşmeye başlayan bir çığ ile biraz sarsılmaya başlıyor. Bir anda olup biten bu afet sonrasında ise "ailenin reisi", eşine ve çocuklarına tekrar güven aşılamak için deliler gibi çırpınmaya başlıyor.

Oldukça sıradışı ve epey trajikomik bir drama. Bir yerlerde denk gelirseniz kaçırmayın.

CALVARY


Brendan Gleeson'a hayranlığımı sık sık dile getiriyorum sağda solda. Bana kalırsa tür gözetmeksizin, rol aldığı her yapıma bir şekilde imzasını atmayı başaran nadir oyunculardan biri kendisi. "The Guard" ile yönetmenlik macerasına enfes bir şekilde girip bizleri kahkahalara boğan John Micheal McDonagh ile de bu filmden beri süregelen iyi bir ilişkileri var. 

Fakat gözlerimden yaşlar akarak izlediğim "The Guard"'a oranla çok daha ciddi bir film Calvary. Bir günah çıkarma seansı esnasında aldığı ölüm tehdidi sonrasında yaşamını oturttuğu tüm temelleri sarsılan bir rahibin, tehdidin gerçekleşeceği belirtilen bir sonraki Pazar ayini sonrasına kadar yaşadığı süreçteki psikolojik yıkımı-evrimi üzerine kurulmuş bu hafif agnostik özellikler taşıyan hikaye, hiçbir aşamada kolaya kaçmadan, basit numaralar kullanmadan, Gleeson'ın kalbur üstü performansıyla beraber harika bir şekilde işlenmiş.

Yerinde mizahı, sorgulatan diyalogları, sağlam finali ve yoğun yalnızlık duygusuyla Calvary bu senenin en güzel, en kıyıda köşede kalmış filmlerinden biri.

"Killing a priest on Sunday...That'll be good one."

Bu seferlik de bu kadar. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, mutlu günler.



16 Ocak 2015 Cuma

Leviathan

Selam. Bugün sizlere ülkemizde yeni (bugün) gösterime girmiş olan "Leviathan" filmini öveceğim. Rus sineması fobiniz yoktur umarım. 

Müzik: 




 Andrey Zvyagintsev'in son şaheseri Leviathan


Son dönem Rus sinemasının en önemli isimlerinden biri Andrey Zvyagintsev. Özellikle filmografisindeki Dönüş ve Sürgün gibi iki şaheser bulunduran yönetmenin son filmi Leviathan, bu sene büyük bir bölümü fiyasko olan 87. Oscar Ödülleri Adayları arasına girmesiyle en azından amorti umuduyla bir parça da olsa bizleri keyiflendirdi. 

17. yüzyılın en büyük siyaset felsefecilerinden olan Thomas Hobbes tarafından kaleme alınmış Leviathan, sözcük anlamı itibariyle İncil'de tasvir edilmiş bir dev bir deniz canavarını tanımlıyor. Hobbes'un eserinde ise bu canavar kitleleri kontrol altına alan, denetleyen ve dilediği gibi yöneten bir mekanizma olarak işlediğini gördüğü devlet yapısı olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların birlikte yaşamalarını sağlayan ancak bu birliktelik sayesinde de onları köleleştirip erkin kontrolü altına alan bir sistem. Uzatmaya gerek yok, az çok herkes biliyor devletin ne olduğunu.

İç sıkılması. Türlü daralmalar.

Leviathan'ın alt metnini doğrudan kabul edip anlamak, Zvyagintsev'in bakış açısını da doğru değerlendirmek için oldukça önemli. Sözcüğün iki karşılığı da filmde karşımıza oldukça etkin ve güçlü bir şekilde çıkıyor. 

Devletin el koymak istediği bir arsanın üzerine kendi çabalarıyla diktikleri evleri için mücadele eden bir ailenin yaşamına odaklanan Zvyagintsev, bireyin sırtını yaslama eğiliminde olduğu tüm değerleri bir bir yıkarak seyirciye oldukça karamsar bir ana fikir sunuyor.

"Ben avukatım, ben gerçeklere inanırım," cümlesini sık sık yineleyen Dmitriy ve filmin hemen başındaki trafik polisinin yaşamı üzerine Nikolay ile kurdukları diyalog ile başlayan bu yıkım süreci, nihayetinde bireyin erkin güç karşısındaki yıkımıyla nihayete kavuşuyor.

Kime güvenebilirsiniz? Dostlarınıza mı? Sevdiğinize mi? Devlete mi? O işi bir geçelim isterseniz, diyor Leviathan.

Rus dediğin insanın ekmeği suyu vodka tabii. Nazdarovya!

Çok kapsamlı ve ciddi bir metafor ile yola çıkarak yarı yolda daha farklı bir tercih ile güven duygusunun sorgusuna geçen Leviathan'ın en büyük gücü de güvensizlik üzerine kurduğu yalnızlığı müthiş yansıtması ve hissettirmesi. Din, devlet ve aile arasında sıkışmış kalmış bir insanın aslen ne kadar kırılgan ve güçsüz olduğunu enfes bir şekilde göstermesi belki de.

Açılış ve kapanış sahnelerinde kayalara vuran dalgalara yer verip her iki sahnedeki küçük ama önemli birer detay ile imzasını da atmayı ihmal etmeyen Zvyagintsev, "Elena" ile kariyerinin en özelliksiz işine imza atıp düşüşe geçmiş olsa da Leviathan sayesinde yine ne kadar önemli bir sinemacı olduğunu göstermiş oldu.

Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu ile damgasını vurduğu Cannes'dan da boş dönmemiş olan Leviathan, topladığı ve toplayacağı ödüllerle daha bir süre adından söz ettirecek belli ki. O yüzden iyisi mi kendinize bir iyilik yapın ve bu hafta sonu Leviathan filmine gidin. Ve elbette çıkışta içinizdeki sebepsiz(!) vodka içme isteğini bastıramayacak hale gelirseniz bana da haber vermeyi unutmayın! Mutlu günler.







10 Ocak 2015 Cumartesi

2014 - 1. Bölüm

Selam. Kendimce 2014 yılı içerisinde izlediğim filmler arasından en çok beğendiklerimi sıralayacağım bu yazıda (ve devam yazısında) çeşit çeşit bir sürü film öveceğim. Hazır kutup soğukları yaşıyorken kurulun kanepenize, sinemanın büyülü düny...Neyse müziğe geçelim:




Herhangi bir sıralama ya da kıyaslama yapmadan, beğendiğim filmleri karışık bir şekilde yazıyorum. Mümkün mertebe genele hitap edebilecek şeyleri seçmeye çalışsam da bir sonraki yazıda daha abuk filmlerle de karşılaşabilirsiniz, şimdiden uyarayım.
İşte dünyanın nefesini tutup beklediği liste: 


THE LEGO MOVIE



Bu senenin açık ara en harika animasyon filmi olan "The Lego Movie" ile açılışı yapmış olalım. "How to Train Your Dragon 2"'nin ilk filmin gölgesinde kalması bir yana, lego dünyasında geçen bu enfes filmin kendi alanında liderlik koltuğuna oturması için herhangi bir dış faktörü hesaba katmaya hiç gerek yok aslında. Barındırdığı onlarca göndermeden mükemmel seslendirmelerine, "Everything is Awesome" gibi inanılmaz (en azından bu şarkıyı bir dinleyin derim, zaten sonra illa ki filme de bakmak isteyeceksiniz!) bir şarkının ortaya çıkmasını sağlamasından küçük büyük herkese hitap eden zeki hikayesine ve elbette peş peşe patlayan mükemmel esprileriyle gerçekten de kusursuz bir filmdi "The Lego Movie" ve hemen herkes için yılın en büyük sürprizlerinden biriydi. İzlemediyseniz çok şey kaçırıyor olduğunuzu ekleyip sıradaki filme geçelim.

SNOWPIERCER



Daha evvel de uzun uzadıya övdüğüm Snowpiercer, bu senenin en kıyıda köşede kalan filmlerinden biri oldu ne yazık ki. İnsan eliyle dünyanın canına tükürülmesi sonrası insanlığın varlığını sürdürme çabaları temeline oturtulan "post-apokaliptik" filmler kategorisinde rahatlıkla çok üst basamaklara çıkan Snowpiercer, biraz da dışarıdan fazla kurgu görünen konusu sebebiyle her ne kadar oldukça popüler bir oyuncu kadrosuna sahip olsa da beklenen ilgiyi pek göremedi. Bu nedendir ki bulduğum her fırsatta cayır cayır Snowpiercer övmekten kati surette vazgeçmeyeceğim. Ortalama sinema izleyicisinin kimi türlere karşı mesafeli durması konusunu da bilahare tartışırız. Saçmalık müdürüm affedersin.

Akıcı öyküsü, mükemmel oyuncu seçimleri, daha da mükemmel sistem eleştirisi ile bu yılın en oturaklı, en ciddi işlerinden biri Snowpiercer. Alkışlar Joon-ho Bong ve ekibine gidiyor efendim. 

 
BOYHOOD


Eğer bu listeyi "top 10" gibi bir düzende hazırlıyor olsaydım, bu yılın hiç şüphesiz en fantastik işlerinden biri olan Boyhood muhtemelen liderliği zorlayacaktı. Aynı oyuncu kadrosuyla 12 (on iki) yıl boyunca aralıklı bir şekilde yapılan çekimlerle bir çocuğun çocukluk çağında yaşadığı her şeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Daha bir şey söylemeye gerek yok gibi aslında, değil mi?

Elbette bu 12 yıl içerisinde değişip evrilen siyasi rejim, teknoloji ve sosyo-kültürel alışkanlıklar da, sinemanın en özgün ve cesur yönetmenlerinden biri olan Richard Linklater'ın dikkatinden kaçmamış ve film içerisinde bu konuda da birçok gönderme mevcut. İstisnasız her insanın kendi yaşantısından bir şeyler bulabileceği, her şeyiyle kendine has bir dram ve daha çok uzun yıllar boyunca övülecek bir film.

Ara sıra komşunun çocuğuyla karşılaşırsınız hani. Her karşılaştığınızda o çocuk bambaşka gelir gözünüze. "Zaman ne çabuk geçiyor," dersiniz. Yahu. Hakikaten. Çok acayip be.


LOCKE



Yine yıl içerisinde ölçüsüz bir şekilde övdüğüm bir film. Tom Hardy'nin önlenemez yükselişinin son meyvelerinden olan Locke, "tek mekan" filmleri içerisinde önemli bir konuma sahip, izleyici ile karakteri bütünleştiren bir film. Duygusal yoğunluğu bir yana, bu bütünleştirmenin yarattığı empati ile izleyiciye düşündürdükleriyle hakikaten çok başka bir iş.

Bireyi etkileyen tüm unsurlar, sorumluluklar-kararlar ve hatalar çerçevesinden kişinin hayatına şekil veren her şey, 85 dakika süren bir araba yolculuğu esnasında tek bir oyuncu ile mükemmele yakın bir şekilde anlatılıyor. Daha da fazlası için yukarıdaki bağlantıya bakabilirsiniz. Kaçırmayınız.

THE GRAND BUDAPEST HOTEL 



Galiba kusursuz. Wes Anderson sinemasına bir parça hakim olan herkesin yıl içerisinde merakla bekleyip, izledikten sonra da fütursuzca sağda solda övdüğü The Grand Budapest Hotel gerçekten de tüm övgüleri hakediyor.

Kendi masalsı dünyasına izleyiciyi çekmeyi ve "hapsetmeyi" çok çok iyi başaran Wes Anderson'ın artık marka haline gelmiş planları, çekim teknikleri ve müthiş renk paleti bir yana, sinema tarihine Mösyö Gustave gibi unutulmaz bir karakter kazandırmış olması dahi "The Grand Budapest Hotel"'i çok özel kılmaya yetiyor. 


Hayali bir Avrupa'da, karikatürize edilmiş enfes karakterler arasında yaşanan bir kaçma-kovalama hikayesi aktaran filmin tek ve en önemli kusuru süresi olsa gerek. Zira ilk on dakikadan sonra film hiç bitmesin istiyorsunuz ancak bu mükemmel serüven yalnızca 100 dakika sürüyor. Yıl boyunca sanırım yalnızca bu filmi izlerken "YHAA BİTMESİİİİİN :(" dedim. Daha nasıl öveyim bilmiyorum. Yine de daha detaylı inceleme için şöyle buyurabilirsiniz.

Çok uzatmamak ve dağılmamak için burada bir ara veriyorum. Yazının ikinci ve muhtemelen üçüncü bölümü de kısa süre içerisinde buralarda olur(umarım). Mutlu günler.