Selam.
Oscar törenleri yaklaşırken hakkında
methiyeler düzülen birçok film peş peşe gösterime giriyor. Hem nitelik, hem de
nicelik açısından yaşanan bu bolluk elbette sevindirici olsa da, ödüllerin
gölgesi altında bazı yanlış çıkarımlar, peşin hükümlerle kimi filmler farklı
şekillerde değerlendirilebiliyor. 12 Years a Slave hiç şüphesiz 86. Akademi
Ödülleri’nin en iddialı yapımlarından birisi. Tam 9 dalda adaylığı bulunan film
bu kadar “büyük” mü peki gerçekten? Az sonra...
Haydi sofraya.
Steve McQueen, Hunger ile çıktığı
devler arenasında 12 Years a Slave’le tüm spotların kendisine çevrilmesini
sağlamayı başarmış, kendi dilini yaratabilmiş bir yönetmen. İnsani
duygulara yoğunlaştığı filmlerinde, ruhen ve bedenen çekilen acıları izleyiciye
kesif bir şekilde aktarabilmesinin yanı sıra, drama yönünün ağırlığıyla da seyirciyi kendine çabucak bağlayabilen bir isim.
12 Years a Slave de tam bir Steve
McQueen filmi gibi başlıyor. Solomon Northup’ın gerçek hikayesinden yola çıkan
filmde, Solomon’ın hayatının kölelikle geçen 12 yılına odaklanılıyor. Ailesiyle
mutlu bir hayata sahip, özgür bir adam olan Solomon Northup, bir şekilde tuzağa
düşürülür ve köle olarak yaşadığı yerden çok uzaklara sürüklenir.
Solomon’ın yaşadığı travmayı birebir
yaşıyor izleyici, bu konuda hiçbir eksiklik yok. McQueen’in sert
üslubu, hem fiziksel hem de mental acının maddeleşip perdeye yansımasına büyük
katkı sağlıyor, şüphesiz. Kölelik sisteminin tüm pisliği, tüm ahlaksızlığı,
sistemin işlemesini sağlayan çarklar ile birlikte gözler önüne seriliyor. Hali
hazırda melodrama kaymaya yakın bir zeminde doğrulan film, seyirciyi dağıtmaya kararlı bir şekilde başlıyor.
Tam da Solomon’la özdeşleşip, Bay Ford’u
(Benedict Cumberbatch) öfkeyle karışık bir anlayışla irdelemeye, Tibeats’e
(Paul Dano) benzeyen insanların dünya üzerinde yarattığı kümülatif hasarı
düşünüp iyice üzülmeye başlamışken, Edwin Epps (Micheal Fassbender) ‘in devreye
girmesiyle film bir anda başka bir viraja giriyor ve yepyeni bir yola sapıyor.
İçine ettiniz filmin, çekil de süpüreyim şuraları bari. - Solomon |
Edwin’in kendi kölelerinden birine
duyduğu hisler, Solomon’ın özgürlüğüne kavuşma çabalarını gölgelemeye, Solomon’ın
hikayesinin filmin odağından ayrılmasına neden oluyor. Kölelik sisteminin
pisliklerini yansıtmaya çalışırken, Solomon’ın hikayesi epey geri
plana itiliyor. Bu durum fark edilmiş olacak ki, araya başarısız bir özgürlük girişimi sıkıştırılmış ki Solomon iyice seyirciden kopmasın. İşe de yarıyor aslında. Bir yandan Patsey, bir yandan Solomon derken iyice umutsuzluğa sürükleniyor film. Tam da Patsey’nin (Lupita Nyong'o) Edwin Epps’in elinden nasıl
kurtulacağını kara kara düşünmeye başlamışken bu sefer birdenbire ortaya BRAD PITT çıkıyor...
Neden ulan, neden ya?! |
Şimdiye kadar hikayeye dahil olan herkesi ilk olarak canlandırdığı karakterle tanıttım ve
bu bir tesadüf değildi. Zira tüm karakterler bir yana, Brad Pitt bir yana. Zaten sallanmakta olan hikayeyi iyice alaşağı ediyor Brad Pitt.
Filmin genelinde içi bu kadar boş
başka hiçbir karakter yok herhalde. Bir anda ortaya çıkan Bass, Brad Pitt halinden hiç ama hiç kurtulamadığı kısa süren varlığının ardından Solomon’a
çıkış kapısını gösteriyor ve 2-3 dakika içerisinde bir anda her şeyi değiştirip tam bir
kötü Hollywood finaline doğru hızla sürüklüyor filmi. Biz de 45 dakika Patsey'nin çektiği çilelere ortak olduğumuzla kalıyoruz. Türk filmlerinde seyirciyi ağlatmak üzere kurgulanmış olaylardan ve karakterlerden mi esinlenmeye başladı Hollywood acaba?
Halbuki canımız kanımız Paul Giamati ne kadar güzel oynamış yan rolünü, ne güzel aktarıyor izleyiciye karakterin arka planını. Gerçi filmin başındaydı o, filmin başında her şey güzeldi. Brad Pitt için ise "hiç olmamış" demekten başka bir şey gelmiyor elimden, nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Filmin mesaj kaygısını gidermekten başka bir işe yaramıyor, finalin de basitlikten ölmesine neden oluyor.
Halbuki canımız kanımız Paul Giamati ne kadar güzel oynamış yan rolünü, ne güzel aktarıyor izleyiciye karakterin arka planını. Gerçi filmin başındaydı o, filmin başında her şey güzeldi. Brad Pitt için ise "hiç olmamış" demekten başka bir şey gelmiyor elimden, nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Filmin mesaj kaygısını gidermekten başka bir işe yaramıyor, finalin de basitlikten ölmesine neden oluyor.
Çok da uzatmak istemiyorum aslında. İzlemiş olanlar tam olarak ismini koyamasalar da filmin iki yarısı arasındaki bu bariz farkı yakalamıştır zaten. İzlemeyenler için de
tek söyleyebileceğim birçok ödülle tarihe geçeceğine kesin gözüyle bakılan 12
Years a Slave’in aslında o kadar da büyük bir film olmadığı. Gözünüzü
karartmadan izlerseniz eminim bu saçmalıkların ve tutarsızlıkların farkına varacaksınız. Hatta çok bir şey yapmanıza gerek kalmayacak, onlar sizi bulacak bir şekilde. O derece.İlk yarı mükemmel, evet ama ikinci yarı tam manasıyla çöp
Hollywood. Bu senenin en iyi filmi olmasına katiyen ihtimal vermiyorum. Hele ki klasiklerin arasında filan sayılırsa direk gülüp geçerim herhalde.
Özgürlüğü geçtim, ödülü seçtim. |
Kölelik işlerine girecekseniz güvenli
kelimeyi telaffuzu kolay bir şey seçmenizi tavsiye ediyor, iyi günler
diliyorum...Fakat?
Güzel bir inceleme olmuş. Yalnız yazıyı okurken bu sefer şarkıyı dinleyemedim (Yeni Behemoth parçası akar). Filmi izlemedim ve açıkçası izler miyim emin değilim çünkü birtakım merciler sürekli olarak abuk sabuk filmleri hakettiğinden fazla puanla şişirip bol ödüllerle birlikte tabağımıza serviste bulunmaktan geri durmuyorlar. Ellerinde hakikaten iyi bir film bulunmadığı süre önünde bulunan ortalama filmlerden bir koleksiyon oluşturup ödül bombardımanına tutuyorlar.
YanıtlaSilİnanın artık piyasanın düzleşmesinden dolayı oscar ödüllü filmlere karşı bir önyargı duvarı oluştu bende. Örneğin geçen yıl oscar alan filmleri izledikten sonra koca bi şit çektim. Tamam güzel filmler ama asla klasik olamayacak yapımlar. Ve son olarak Rock N Roll deyip kaçıyorum.
Komple albümü dinleyeceğim ya, baştan iyi/kötü bir yargım olsun istemiyorum.
SilYorum için teşekkür ederim. İzlenmeyecek ölçüde değil, hatta ilk yarısını göz önüne alınca direk tavsiye bile edebilirim naçizane. Dediğim gibi algıyı geniş tutup izlemek lazım sadece, yorumdan anladığım kadarıyla sizde gayet geniş zaten.
Birkaç yıldır ödüllere aday olan filmlerde genel bir düşüş var hakikaten. Eskiden bir film 4-5 ödül aldığı zaman o film hakikaten de şaheser bir şey olurdu. Şimdi bir önceki yılın bol ödüllü filmlerini hatırlamakta bile güçlük çeker hale geldik, o derece yitip giden işler çıkıyor karşımıza hep. Umarım bu yıl farklı olur diyeyim ben de, bir de tabii ki Rock N Roll, ya ne olacağdı.