5 Aralık 2014 Cuma

Stonehearst Asylum ya da Eliza Graves

Selam. Ben Kate Beckinsale'i seviyorum. Yani epey seviyorum. Şimdi nereden baksanız istediği takdirde evi arabayı satacak kadar seviyorum. Allah hep Kate'e vermiş, başkalarına pek vermemiş gibi geliyor bazen. Sonra geçiyor, ama bazen de bu böyle gibi.
Hislerimi aradan çıkaralım da, yazının bekasına musallat olmasınlar diye böyle coşkulu girdim. Yoksa tabii Kate de bir evin bir kızıdır, Allah sahibine bağışlasın. Gözümüz yok. Çok yok.


Ben Kingsley, Micheal Caine ve Brendon Gleeson ağabeyleri de çok seviyorum ama onlara sevgim daha bir uzaktan, daha bir seviyeli tabii. Ne diyecektim, hah Stonehearst Asylum. Ya da Eliza Graves. Biraz kararsız kalınmış bu konuda. Önce Eliza Graves imiş. Sonra Stonehearst Asylum olmuş. Neticede deli filmi, normal bu tip şeyler.

İsimler ve konsept yeterince ilgi çekmediyse birazdan Edgar Allan Poe'dan da bahsedeceğim, daha artık ne yapayım yani. Fakat önce müzik:




Kafasını eğip bakmayan bizden değildir.

Eliza Graves, Edgar Allan Poe'nun kısa bir öyküsü aslında. Yeni mezun olmuş bir doktor olan Edward Newgate, pratik yapmak üzere Stonehearst akıl hastanesine gelir ve burada karşılaştığı Dr.Lamb (Ben Kingsley) ve histeri hastası Eliza Graves sayesinde kendisini çeşit çeşit olayların içerisinde bulur. Tabii hikaye bu kadar basit değil ve insanı merak ettiren bir havası olduğunu da söylemek gerek.
Üstelik Poe'nun kendine has gerginliği ve gotik atmosferi olduğu gibi filme de tecelli etmiş ve böylece özellikle "Makinist" ile akılları alan yönetmen Brad Anderson'ın uyarlaması dönem sinemasından hoşlananları 19. yüzyılın son günlerine alıp götürüveriyor. 



Gözlerimi Kate'den alabildiğim zamanlarda gördüğüm kadarıyla Ben Kingsley de harika oynamış.

Filme hakim olan Poe etkilenimleri ve biçemine yerleşen bu dönemsel atmosfer sayesinde rahatça içine girilebilen bir film olmuş Stonehearst Asylum. Enfes kadrosu ve bu kadronun kalbur üstü performansının etkisi de yadsınamaz elbette. Bir de o kadar başarılı olmasa da "Shutter Island"'ı hatırlatan zeki kurgusu ve Anderson'ın Viktoryan dönemine ait tıp algısına ilişkin imgeler ile yarattığı gerilim sayesinde Poe'nun oldukça kanlı olan öyküsü çok daha yumuşak hatlara sahip bir hale gelmiş. "Session 9" ve "Transsiberian" gibi filmlerle özgün sinema perspektifini net bir şekilde ortaya koyan Anderson burada da filme belirli bir karakter kazandırma konusunda aslan payına sahip.


:(

Giriş ve gelişme esnasında her şey yerli yerindeyken finale doğru yavaştan sallanmaya başlıyor Stonehearst Asylum. Kimi güzel fikirler, üstünkörü ele alınmış ve son tahlilde kekremsi bir tat bırakıyor insanda. Buna karşın 1 saat 52 dakikalık süresi sona erdikten sonra akıllarda kalan pek bir şey olmamasına, tematik içerik noktasında oldukça kuru kalmasına ve herhangi bir türe ait sayılamayacak kadar havada kalan yapısına rağmen Stonehearst Asylum süresi boyunca izleyiciyi tatmin edecek, ilgisini sıcak tutacak bir film olarak kaldı aklımda. Konusu, oyuncuları ve dönemsel tadı ile sevdiğim o kadar çok şey bir araya toplanmış ki, beğenmemem imkansız gibi bir şeydi zaten. 

Yine de keşke bu kadar harika bir kadro, bu kadar özgün bir yönetmen ve bu kadar harika bir öyküden çok daha akılda kalıcı, çok daha türe seviye atlatan bir film izleyebilseydik, diye iç geçirmeden edemiyor insan. Bu kadar farklı ve perdede enfes yansımalara sahip olabilecek elementlere sahipken neden biraz daha özenilmediğine şaşırıyor, hatta üzülüyorum biraz. 

Edgar Allan Poe, akıl hastanesi konsepti, Viktoryan dönemi, akıl hastalıkları tedavisindeki türlü denyoluklar, twistli kurgu ve bu enfes kadro gibi özelliklerden bir veya birkaçı ilginizi çekiyorsa mutlaka izleyin. Hiçbiri özellikle ilginizi çekmiyorsa çok da şart değil. Mutlu günler.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder