Bu yazının müziği de böyle olsun:
THE HOMESMAN
Tommy Lee Jones'un hem yazıp (roman uyarlaması dahi olsa), hem yönetip, hem de başrolünü Hilary Swank ile paylaştığı "The Homesman", usta oyuncunun yine kendisinin yönettiği "The Three Burials of Melquiades Estrada" kadar vurucu olmasa da, hem oyunculuk performansı, hem de western draması hasretimi ziyadesiyle gidermesi açısından geçtiğimiz yılın gizli hazinelerinden biri.
Hilary Swank'ın Oscar adaylığına göz kırpan performansı ve Tommy Lee Jones'un ufak detaylarla hikayeyi neredeyse doğa üstü bir hale getirmesi takdire şayandı. Dönemin yaşantısını sürekli patlayan silahlardan ziyade toplumsal algıları ön plana çıkararak gözler önüne sermesi ile Tommy Lee Jones'un modern western türünü tanımlayan en önemli insanlardan biri olduğu artık su götürmez bir gerçek.
Bu senenin değil belki ama olur da "The Homesman"'i izler ve beğenirseniz, aynı atmosferde olan "Meek's Cutoff"'u da şiddetle tavsiye ederim.
A MOST WANTED MAN
2014 yılında kaybettiğimiz usta aktörlerden biri olan Philip Seymour Hoffman'ın beyaz perdedeki son gösterisi. Birkaç yıl önceki "Tinker, Tailor, Soldier, Spy" gibi, ajan filmlerinin illa ki "blockbuster" klişelerinden ibaret, takla atan araçlar ve susturuculu silahlardan ibaret olmak zorunda olmadığının çok iyi bir kanıtı olan filmde Hoffman'a Rachel McAdams ve Willem Dafoe eşlik ediyor. Her ne kadar Hoffman özelinden çıkıp filmin hikayesini ve kurgusunu da başarılı bulduğumu anlatmak istesem de pek de bir şey diyesi gelmiyor insanın aslında.
Hiç değilse, kendi yöntemlerine sahip, hafif kafadan çatlak ama gerçek bir dahiyi oynamadaki ustalığını bir kez daha bizlere gösteren Philip Seymour Hoffman'ın anısına izlenmesi gereken bir film "A Most Wanted Man".
FORCE MAJEURE
İşte 2014 içerisinde izlediğim en acayip filmlerden biri! Gerçekten de Roben Östlund'u bu sıradışı draması, insanın "can havliyle" dediğimiz dürtülerle nasıl da bencil düşünüp hareket edebildiğini gayet basit bir şekilde gözler önüne seriyor.
Alpler'e kayak yapmaya giden mutlu ve zengin bir aile, materyalist mutluluklarla gayet sevimli bir aile tablosu çizerken bir akşam yemeği sırasında uzaklardan düşmeye başlayan bir çığ ile biraz sarsılmaya başlıyor. Bir anda olup biten bu afet sonrasında ise "ailenin reisi", eşine ve çocuklarına tekrar güven aşılamak için deliler gibi çırpınmaya başlıyor.
Oldukça sıradışı ve epey trajikomik bir drama. Bir yerlerde denk gelirseniz kaçırmayın.
CALVARY
Brendan Gleeson'a hayranlığımı sık sık dile getiriyorum sağda solda. Bana kalırsa tür gözetmeksizin, rol aldığı her yapıma bir şekilde imzasını atmayı başaran nadir oyunculardan biri kendisi. "The Guard" ile yönetmenlik macerasına enfes bir şekilde girip bizleri kahkahalara boğan John Micheal McDonagh ile de bu filmden beri süregelen iyi bir ilişkileri var.
Fakat gözlerimden yaşlar akarak izlediğim "The Guard"'a oranla çok daha ciddi bir film Calvary. Bir günah çıkarma seansı esnasında aldığı ölüm tehdidi sonrasında yaşamını oturttuğu tüm temelleri sarsılan bir rahibin, tehdidin gerçekleşeceği belirtilen bir sonraki Pazar ayini sonrasına kadar yaşadığı süreçteki psikolojik yıkımı-evrimi üzerine kurulmuş bu hafif agnostik özellikler taşıyan hikaye, hiçbir aşamada kolaya kaçmadan, basit numaralar kullanmadan, Gleeson'ın kalbur üstü performansıyla beraber harika bir şekilde işlenmiş.
Yerinde mizahı, sorgulatan diyalogları, sağlam finali ve yoğun yalnızlık duygusuyla Calvary bu senenin en güzel, en kıyıda köşede kalmış filmlerinden biri.
"Killing a priest on Sunday...That'll be good one."
Bu seferlik de bu kadar. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, mutlu günler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder