30 Nisan 2017 Pazar

Silence

Selam. Çizgi Evreni için yazdığım Silence film inceleme yazısı ile karşınızdayım. Buyursunlar demeden önce müzik: 
                                                  
Martin Scorsese. Eminim sinemaya birazcık bile olsa ilgi duyan çoğu insanın hakkında mutlaka bir şeyler bildiği ünlü yönetmen, The Wolf of Wolf Street'ten beri ilk defa yönetmen koltuğuna geçtiği Silence filmi ile uzunca bir süredir gündemi meşgul ediyordu. Hem Martin Scorsese isminin büyüklüğü, hem bir türlü ayarlanamayan vizyon tarihi ve dağıtım meselesi hem de filmin içeriği nedeniyle pek çok tartışmaya konu olan Silence'ı nihayet izleyebildik.

Shūsaku Endō romanından uyarlanan Silence, iki rahibin, misyonerlik amacıyla Japonya'ya giden ve dinden döndüğü yönünde rivayetler olmasına rağmen aslen akıbeti pek de belli olmayan akıl hocaları Peder Ferreria'yı aramak üzere Japonya'ya gitmelerini ve burada gelişen olayları konu alıyor. Jay Cocke ve Scorsese'nin 1991 yılında kaleme alınmaya başlanan senaryonun son halini alması ve çekilmesi ise ancak 2015 yılında başlayabilmiş. İlk aşamada farklı isimler ön plana çıkmış olsa da, günün sonunda Liam Neeson, Adam Driver ve Andrew Garfield gibi isimlerle çalışan Scorsese'e bu kadar beklediğimize ve heyecanlandığımıza değdi mi, şimdi ona bakalım.



Efendim Silence, konusundan da anlayabileceğiniz üzere biraz ağır, biraz yoğun ve epey de zihin bunaltıcı bir film. Bir yanda kendi kapalı sistemi içerisinde değişmeye, dönüşmeye ve gelişmeye devam etmiş, yüzyıllarca kendi kültürünü koruyabilmiş ve ikamesini bu şekilde sürdüren bir Japonya, bir yandan da Hristiyanlık inancını benimsemiş ve tüm düzenini Hristiyanlık üzerinden yeniden yapılandıran bir Avrupa. Kendi bildiğini zorla tüm dünyaya kabul ettirmek isteyen, bu amaç doğrultusunda dünyanın dört bir yanına -ölümleri pahasına bile olsa- Hristiyanlığı yaymak adına kendi fedailerini göndermekten hiç çekinmeyen bir düzen bu. Üstelik yüzyıllarca kendi geleneklerine bağlı bir şekilde yaşayan halk da hemen benimsiyor Hristiyanlığı. Ya senin altında don yok kardeşim, sen ölmek uğruna neleri savunuyorsun??!?

İşte, filme bu açıdan bakacak olursanız Silence 162 dakika süren bir çileye, 162 dakikalık bir zaman kaybına ve artık adına ne dersiniz o olacak bir sürece dönüşebilir. Sonra da elimize tırpan şeklindeki klavyemizi alıp "Kahrolsun batı!" diye gezebilirsiniz. Fakat bir de işin insan özünde kalan, izlemesi incelemesi ve üzerine düşünmesi çok daha rahat ve keyifli bir başka tarafı var.


İnsanın inanç ihtiyacı üzerine burada büyük büyük laflar etmeyecek olmakla birlikte, her bir insanın öyle veya böyle bağlanacak, inanacak ve bir şekilde hayata tutunmasını sağlayacak bir şeyler arayışında olduğunu söylemek malumun ilamından başka bir iddia olmaz, kanısındayım. Scorsese de biraz bu tarafı ön plana çıkarmak istiyor karakterlerinde. Öyle ahım şahım bir tarafı olmasa bile göze batmayan, yumuşak performanslarıyla Adam Driver ve Andrew Garfield'ın canlandırdığı Rodrigues ve Garupe, bir yandan Peder Ferreria (Liam Neeson)'yı aramak üzere Japonya topraklarına doğru hareket ederken bir yandan kendi içsel inanç merkezlerine doğru da bir yolculuğa çıkıyorlar. Özellikle Rodrigues üzerinden anlatılan hikayede sık sık temelleri oldukça geriye dayanan, tamamen tecrübe üzerine kurulu Japon kültürünün gücü karşısında tökezleyen inanca bir şekilde sahip çıkmaya devam etme isteğini, Japonya'nın bataklıklarında yaşayan, aç, susuz, sefil köylülerin bile neden Hristiyanlığa geçtikten sonra yaşamı pahasına inanca tutunmaya devam ettiklerini işte bu temel insan ihtiyacına bağlıyor. Bu nedenle kendi hayatı çamurun içinde sersefil bir halde geçen o köylüler "paradiso, paradiso" diye bu nedenle bağlanıyor Hristiyanlığa. Hristiyanlığın ne olduğu ne olmadığı umurlarında değil çünkü. Mühim olan tek şey artık çalışmanın, verginin ve açlığın olmadığı bir hayatın olacağını bilmek, buna inanabilmek. Varlıklarını sürdürebilmenin tek yolu bu çünkü.


Issei Ogata'nın müthiş canlandırdığı zalim Yargıç Inoue ise Silence'ın tüm yapısını oluşturan sistemin çatısı belki de. Biraz da gönderme yaparak kısaca Japonya'nın hak ettiği değil fakat ihtiyacı olan kahraman, şeklinde özetlenebilecek Inoue karakteri için yazılmış her bir cümlenin üzerine epey düşünüldüğü hemen belli oluyor. Tüm Uzak Doğu ve Japon kültürünü, deneyime, geleneklere ve yüzyıllardan beri gelen mirasa dayalı sistemi filmden bağımsız sahneler ve manzaralar ile değil, Inoue aracılığıyla aktarıyor Scorsese.

Kısaca iki farklı bakış açısını aktardıktan sonra filmin en temel ve ne açıdan bakarsanız bakın biraz havada duran tarafına da bakarak sonsuza doğru uzuyor gibi görünen bu yazıyı sonlandırayım. Nihayet Japon kültürünü benimseyen ve dinden dönen rahiplerin, son anlarında bile yine de içlerinden, "sessizce" inanmaya devam etmeleri meselesi filmin etkisini biraz azaltıyor. Kabul, Tanrı ile insan arasındaki gizli inanç üzerinden yine konuyu bireyin inancına ve ihtiyacına getirip açıklayabiliriz. Fakat burada bu rahipler binlerce insanın din (inanç değil) uğruna ölümüne sebep olduktan sonra bir şekilde "ben kendi kendime de inanırım," noktasına gelmiş olmalarını doğrusu biraz ikiyüzlü buluyor ve özellikle finalde böyle bir şey görüyor olmanın film boyu karşılaşılan şeylerle bulanan zihni daha da bulandırmaktan çok bir anda "lan bu nasıl iş?" noktasına getirdiğini düşünüyorum.

Velhasıl Silence filmi bir Hristiyanlık propagandası film filan değil arkadaşlar. Silence filminin konusu bile Hristiyanlık propagandası değil neredeyse zaten. Ha, kendi başına inanılmaz bir konusu, muhteşem bir işlenişi ve enfes bir finali olmayabilir ve herkese de hitap etmiyor olabilir, kabul. Fakat filme bu etiketi yapıştırmak hem filme hem de Scorsese'e büyük haksızlık olur. İnanç, insanın zalimliği karşısında tanrının suskunluğu ve bu noktada ortaya çıkan şüpheler, tecrübeyle sabit gelenekler, suistimalciler (ulan Kichijiro) ve çok daha fazlası var Silence'da. Ufak pürüzler ve renk filtresi dışında eksiği olmayan, eli yüzü oldukça düzgün bir film Silence. Öküz altında buzağı var mı diye bakmanın da hiç gereği yok.

14 Mart 2017 Salı

2016 Günlükleri - 1

Selam. Uzun süredir burada gevezelik etmediğimi fark edip açığı kapatmak için uzunca bir yazıyla karşınızdayım. Bu defa 2016 yapımları arasından türlü sebeplerle çok sevdiğim bazı filmleri övmeyi planlıyorum. 2016 listeleri yapmak için biraz geç belki ama güncel olarak sinemayı takip etmeyenler için bir faydası olur ve "bir film izlesek ama ne izlesek acaba," diyenlere ilaç olur belkim.

Bu yazının eşlikçisi de bu olsun: 



Her türden en az bir film eklemeyi gözeterek hazırlamaya çalıştığım listeye dalıyoruz hazırsanız. Hadi bakalım:

DON'T BREATHE

2013 yılındaki EVIL DEAD ile yeteneğini ispatlayan Fede Alvarez'in kendi kimliğini oluşturmasına yardımcı olacağına emin olduğum Don't Breathe, senenin en iyi gerilim filmlerinden bir tanesiydi. Hem "Bir amaç doğrultusunda A noktasından B noktasına giden bir grup insanın B noktasında karşısına çıkan tövbe tövbe şeyler," sığlığının ötesine geçebilen senaryosu, Alvarez'in geniş planlarıyla insanı daha geren görsel vizyonu ve alttan alta modern yaşam eleştirisiyle beraber gerilim-korku türünü sevenler için bence kaçırılmaması gereken bir film Don't Breathe. Biraz da kısırlıktan olduğunu gözardı edemesem de senenin gerilim-korku türündeki en iyi filmlerinden biri.

THE NICE GUYS



Neredeyse hiç reklamı yapılmadan, hiçbir beklenti yaratılmadan çıkan bir filmdi The Nice Guys. Belki biraz da bu sebepten bu kadar sevildi. Hiç beklemediğimiz bir filmle çok güldük, çok eğlendik. Russell Crowe ve Ryan Gosling arasındaki müthiş kimya ve Shane Black'in doğru hamleleri, çok geçmişte kalmış unutulmaya yüz tutmuş "zıt karakterli iki polis/dedektifin birlikte çalışma zorunluluğu" üzerine kurulan aksiyon-komedi türüne müthiş bir soluk getiriyor. Tabii daha modern bir bakış açısıyla bu karakterler daha renkli bir hale getirilmiş. Kısacası senin en rahat izlediğim ve en çok eğlendiğim filmlerinden biri oldu The Nice Guys. Umarım bu ekip bu işin devamını getirir.

MANCHESTER BY THE SEA

Doğrusu Casey Affleck'i gerçekten de pek sevmiyorum. Jesse Eisenberg ile beraber sinemanın en mıymıy, en düşük enerjili ve en düz oyunculuğuna sahip olan Casey Affleck nereden baksanız kendine has bir aktör. "Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford" gibi filmlerdeki performansını epey sevsem de performansını hep aynı temele dayandırması beni bayıyor. Fakat Manchester by the Sea için durum biraz karışık.

Bir defa resmen Casey Affleck gelsin oynasın diye yazılmış bir karakter var elimizde. Hayatın sillesini yemiş, "Vur, bir damla kanı akmaz," denilecek bir halde ve sanki ruhu emilmiş gibi bir karakter bu. Yani Casey Affleck, haha. Şaka bir yana, gerçekten de bazı roller bazı özel oyuncular için yaratılır ve Lee Chandler rolünü de bu dünyada Casey Affleck'ten daha iyi oynayacak biri olduğunu sanmıyorum. Zira Akademi de öyle düşünmüş olacak ki bu rol kendisine En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar getirdi.




Elbette sadece Casey Affleck üzerinden Manchester by the Sea konuşmak büyük bir haksızlık olur. Çünkü filmin senaryosu neredeyse kusursuz. Bu kadar düşük enerjili, bu kadar melodrama dönüşmeye açık bir öyküyü böylesine yumuşak ve sadece bir biçimde işlemek ve insanın içini baymadan perdeye aktarabilmek çok büyük bir hadise. Tabii, elbette insanın içi şişiyor, göğsüne bir film oturuyor ancak bu dram kör göze parmak şeklinde değil, yaşamın bir parçası olarak oldukça doğal bir akış halinde aktarılıyor. 


Böyle olunca da tabii filmin sonunda sıcağı sıcağına anlayamayıp "Yahu o kadar da yani, ne bileyim, şey değilmiş işte öyle o kadar," diyebiliyor, ancak üstünden zaman geçtikçe kolay kolay unutulmadığını ve içinize işlediğini fark edip "ya demek ki epey iyiymiş lan aslında," diyebiliyorsunuz. Müzikteki dinledikçe daha çok sevme durumu gibi, git gide büyüyen bir film Manchester by the Sea ve özellikle televizyonlarımızda ve sinemamızda görmeye çok alıştığımız, insana gına getiren vıcık vıcık melodramlar yazan arkadaşlar için ders niteliğinde bir film.

DEADPOOL

Doğrusu bu filmi izlemeyen birinin kalmış olmasına pek ihtimal vermiyorum. Yani gerçekten bunu kaçırmış olamazsınız? Hani 2016'nın Şubat ayında, Kıbrıs'ta askerlik yaparken çarşı izninde koşa koşa gittiğim ve sonraki haftanın, ne haftası yahu sonraki ayın müthiş geçmesini sağlayan Deadpool. Hani Ryan Reynolds'ı küllerinden doğuran, Green Lantern faciasını bile unutturan Deadpool. Yahu yok mu, hani şu 4. duvarın yıkılması hadisesini (yani ekrandaki oyuncunun doğrudan izleyiciyle iletişime geçmesi durumu) en iyi şekilde gerçekleştiren film olan Deadpool. Açık ara yılın en eğlenceli filmi olan Deadpool? Yok yok, yapmamışsınızdır öyle şeyler. Kesin izlemişsinizdir. Değil mi?



HUNT FOR THE WILDERPEOPLE

Aslında bu film hakkında uzun uzadıya konuştum zaten ama pek durmak istemiyorum. What We Do in the Shadows ile hayranlığımı kazanan ve takip listeme giren Taika Waititi'nin son marifeti olan Hunt for the Wilderpeople, senenin bana göre en iyi çocuk oyuncu performansını barındırmasının yanı sıra birbirinden eğlenceli referansları ve enfes mizah anlayışıyla Waititi'nin potansiyelinin ne kadar büyük olduğunu herkesin görmesini sağlıyor. Bunun hakkında çok bir şey söylemek istemiyorum, izlemeyen çok şey kaybeder. En-fes.

P.S. Waititi bu yıl çıkması beklenen Thor:Ragnarok filminin yönetmen koltuğunda oturuyor ve muhtemelen yerlerde gezen seriyi tekrar ayağa kaldırıp bütün dikkatleri üzerine çekecek. Umarım sonrasında Holywood ve büyük bütçelerin büyüsüne aldanıp bu tür işler yapmayı bırakmaz. 


KUBO AND THE TWO STRINGS

Zootopia ile birlikte yılın en iyi animasyon filmlerinden biri Kubo. Zaten Oscar yarışında da Zootopia'nın en büyük rakibiydi ama ne yazık ki kaptırdı. Paranorman ve Coraline gibi filmlerde çalışmış Travis Knight'ın ilk yönetmenliği olan Kubo, stop-motion ismi verilen ve sadece gerçek ruh hastalarının ilgilendiği bir animasyon tekniği ile çekilen bir film. Devasa setler, binlerce maket ve binlerce tekrar çekim...Hiçbir zaman insanların nasıl buna sabrettiğini anlamayacak olsam da tabii ki ortaya çıkan harika filmlerden yattığım yerden aşırı keyif almaya devam edeceğim. Zaten ya ne olacaktı, değil mi?



Klasik bir kahraman yolculuğu öyküsünü, başı-sonu belli bir hikayenin sıkıcılığını aşarak anlatmayı başarıyor Kubo. Bunu da uzak doğu kültüründeki kendiyle ve dünyayla barışık olma halinin dinginliği, birbirinden tatlı karakterleri ve harika atmosferiyle başarıyor. Elbette seslendirme kadrosundaki Charlize Theron, Matthew Mcconaughey, Rooney Mara ve Ralph Fiennes gibi isimlerin başarısı gözardı edilemez. Bir arkadaşın dediği gibi eğer ben de Matthew olsam tüm sosyal medya hesaplarımda yer alan profil fotoğrafımı "Beetle" ile değiştirirdim. O ne güzel bir karakter öyle ve o nasıl başarılı bir seslendirme öyle.

Beatles bile içeren müzikleri (en azından "While My Guitar Gently Weeps" yorumunu mutlaka dinleyin), "herkesin bir hikayesi olmalı," kadar iyimser ve güzel mesajı ve daha pek çok tatlışlığıyla senenin en iyi animasyon filmiydi Kubo and the Two Strings. Evet, Zootopia da müthişti ama kusura bakmasın. Burada taş gibi Kubo var.

BUSANHAENG



Çin işi Japon işini görüp direkt kaçacaklar için bir de bunun bir zombi filmi olduğunu söyleyeyim baştan da, biz kalanlarla devam edelim. Busanhaeng ya da İngilizce adıyla "Train to Busan", Güney Kore'li yönetmen Sang-ho Yoen'i takip listeme aldırmaya yetti de arttı bile. Beyin emikleme sevdalısı zombilerden canını kurtarmak için trene atlayıp kurtarılmış bölgeye doğru yardırmayı planlayan bir grubun...Yahu zombi film işte, ne anlatıyorum ben de iki saat haha. 

Doğrusu türe herhangi bir şey kattığı söylenemez ve baba-kız dışındaki karakterlerin sığlığından, zombi virüsünün nasıl ortaya çıktığıyla hiç ilgilenmemesinden filan dem vurulabilir elbette ama tüm eksikliklerini sonu gelmeyecekmiş gibi duran aksiyon-gerilim sahneleriyle kapatabiliyor Train to Busan. Sürekli diken üstünde ve sürekli bir kovalamaca halinde geçiyor film. Bu nedenle de pek bir şey sorgulamaya vakit bırakmıyor zaten. Üstelik bu esnada da fedakarlıklar ve dozunda bir duygusallık ile kendince bencillik yeriyor. Daha ne olsun.

"Girl with all the Gifts" ile birlikte (hatta o türe getirdiği yeni bakış açısı ile bir tık daha iyi) yılın en iyi zombi filmi. Zombi sevenler pizzasını birasını alsın, kanepesine yayılsın ve 2 saat sürecek bir kovalamaca için son hazırlıklarını yapsın.

LOVE & FRIENDSHIP

Neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Aslında bu tip Viktoryan dönem filmlerinden pek hoşlanmam ve "Boleyn Kızı" gibi şeyler izlemeye çalışırken sık sık uyuyakaldığım doğrudur. Fakat bu bildiğimiz gibi değilmiş dostları, hatta hiç bilmediğimiz gibiymiş a dostlar.

Ender görülen bir doğa olayı olarak karşımıza çıkan, olanca güzelliği ve müthiş aksanıyla yere göğe sığdırmayı başaramadığım Kate Beckinsale'in omuzlarında yükselen Love&Friendship, ünlü yazar Jane Austen'in "Lady Susan" isimli öyküsünden yola çıkıyor. Fakat ismi bir başka Jane Austen hikayesinden alınma. Kısacağı ismi bile abuk, haha.

Çoğu yerinde durdurmak zorunda kalıp kahkahalar attığım bir dönem filmi Love&Friendship. Yeni dul Susan'ın bir süreliğine akrabasının yanına yerleşmesi ve burada kendisine yeni bir eş araması üzerine dayalı bir öyküsü var.

Sağda solda "Ya bu ne şimdi?" minvalindeki yorumlara bakıp aldanmayın sakın. Diyalogların mümkün olabildiğince tuhaf olmasına özen gösterilen, her anında "ben tüm bu şaşalı ortamları zerre ciddiye almıyorum aslında," mesajı veren ve Kate Beckinsale'in harika (doğrusu Kate Beckinsale'in rol de yapabildiğini unutmaya başlamıştık) performansı ile unutulmaz bir hale gelen bir film Love&Friendship. Doğrusu senaryo tamamen Jane Austen'e mi bağlı bilmiyorum ama öyleyse de Austen'in bu kadar komik olabileceğini hayal bile etmezdim. Üstelik tamamen absürt bir film de değil; mizahi yönü kuvvetli olmasına rağmen romantizm ve dramayı da gayet etkili ve yeterli bir dozda tutmayı başarıyor. 

Ne olduğunun farkında olması ve Kate Beckinsale'in mükemmel Susan portresi ile Love&Friendship'i türden ve hatta yazardan bağımsız herkese tavsiye ediyorum. 



Eh, şimdilik burada duralım. Yakın zamanda bu serinin 2. bölümü için tekrar bir şeyler karalamaya çalışacağım.

Mutlu günler!





12 Ocak 2017 Perşembe

Fences

Selam. Yeni bir seneden ziyade bir öncekinin ekranı büyük hali gibi olan 2017 şimdilik kültür-sanat açısından sakin geçse de ödül sezonu iyiden iyiye başladı. Önce La La Land Altın Küre Ödülleri'ne damgasını vurdu ve şimdi de BAFTA'yı süpürecek gibi görünüyor. Oscar'da işler istedikleri gibi gider mi bilemem ama (biri Moonlight mı dedi?) ben bu ödül sezonlarını daha ziyade yıl içinde atladığım filmleri öğrenmek amacıyla takip ediyorum. Nitekim hakkında konuşacağım film de Altın Küre'de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü'nün Viola Davis'e gitmesiyle keşfettiğim bir film.

Ünlü oyun yazarı August Wilson'ın Pulitzer ve Tony ödülleri kazanmış eseri "Fences", 1950'lerde Pittsburgh'da yaşamakta olan aile babası Troy Maxson'ın hayatına ışık tutar. Çöp toplama işiyle ailesini geçindirmeye çalışan Troy her ne kadar belli bir geçmişe sahip olsa da  sorumluluklarının bilincinde ve düzgün bir aile babasıdır. Her ödeme gününde maaşını eşine teslim eder ve on yıllardır tanıdığı iş arkadaşı Bono'ya yine on yıllardır tanıdığı bir şişe cin ile birlikte evinin arka bahçesinde, bazen cinin de etkisiyle kurguya kaçan geçmiş anılarını anlatarak sözde mutlu ve düzenli bir hayat yaşamaktadır.


Bir zamanlar büyük bir beysbolcu olma hayali kuran Troy, hem yaşı hem de ten rengi nedeniyle bu hayalini gerçekleştirememiştir. Bu nedenle geçmişte başaramadığı ve sınıf ayrımı nedeniyle başarmasına müsaade edilmeyen şeyler için kendi şeytanlarıyla sürekli bir mücadele veren Troy, oğlu Cory'nin de benzer bir hayale sahip olduğunu öğrendiğinde aynı hayal kırıklıklarını oğlunun da yaşamaması için elinden geleni yapmaya kararlıdır. Ne yazık ki bu sırada dünyanın değişmekte olduğunu göremeyecek kadar mutsuz ve geçmişin hayaletiyle savaş halindedir.


Dönemin ırksal ayrımcılık ve toplum düzenini işaret ettiği ve eleştirdiği anlar kadar hikayesinin sadeliği ve gerçekliğiyle de öne çıkan Fences, usta oyuncu Denzel Washington ve Viola Davis'in 2010 yılındaki Broadway performanslarından sonra Denzel Washington'ın çabası doğrultusunda 2016'da yine Viola Davis eşliğinde sinemaya aktarılmış.

Denzel Washington'ın kusursuz oyunculuğu ve hiç sırıtmayan yönetmenliği üzerinde yükselen Fences her ne kadar durağan veya üzgün bir hikayeye sahip gibi görünse de özellikle müthiş yazılmış (ve canlandırılmış) Troy Maxson karakteri sayesinden sıkıcılıktan uzaklaşıyor. Aynı şekilde anlatımdaki sembolizm, doğal mistisizm ve tiyatro oyunu tabiatından aldığı şairane dil ile daha da zenginleşiyor.


Denzel Washington'ın yanı sıra özellikle tamamen sembolizmle yoğrulmuş, Troy Maxson'ın 2. Dünya Savaşı'nda Pasifik Cephe'de çatışırken gazi olarak kafasına metal bir plaka yerleştirilen, akli dengesi pek yerinde olmayan kardeşi Gabriel'i canlandıran Mykelti Williamson'ın ve Viola Davis'in kendisine Altın Küre kazandıran sadık eş Rose performansları gerçekten çok üst düzeyde.

Film ile ilgili çok bir şey anlatmamak için lafı çevirip duruyorum ancak şunu söylemeden bitirirsem içimde kalacak: Olur da filmi izlerseniz alacağınız ilk mesaj her anne-babanın kendi çocuğuna niyeti ne kadar iyi olursa olsun bir noktada zarar verdiği ve her evladın öyle veya böyle bir gün kendi anne-babasının kopyasına dönüşeceği yönünde olacak, burası kesin. Benim dikkat çekmek istediğim şey ise film boyunca sürekli olarak göreceğiniz haç sembolü. Bu mesaj ve bu sembol arasındaki bağlantı ile bile tüm övgüleri ve daha fazlasını hak ediyor Fences. Çok, çok iyi bir hikaye ve Denzel Washington bu hikayeyi çok iyi bir film haline getirmeyi başarmış. Ne yapın edin, izleyin.

İyi veya kötü, birer kopyadan fazlası değiliz belki de.

Mutlu günler!

24 Aralık 2016 Cumartesi

Er Ist Wieder Da & En man som heter Ove

Selam. Abuk filmlerin yılmaz savunucusu olarak bugün sizlere bir Alman bir de İsveç filminden bahsedeceğim. Fıkralaşmaya çok müsait bir yazı olacak gibi ama durun bakalım. 

İlkinde çok gülüp ikincisinde belki de ağlayacağınız bu filmlere geçmeden evvel adet olduğu üzere abuk bir de müzik verelim:


Er Ist Wieder Da, Almanya'nın en büyük utancı Hitler'lerin Adolf'unu ilginç bir şekilde ele alan nefis bir komedi filmi. Nasıl olduğunu pek anlayamadığımız ama okült işlere olan merakı ile gayet "neden olmasın?" şeklinde karşılanabilecek bir şekilde Adolf Hitler kendisini günümüz Almanya'sında buluyor ve olaylar gelişiyor. Hiç kimsenin karşısında gerçekten de Adolf Hitler'in olduğuna inanmaması ve karakterinden asla çıkmayan, müthiş bir komedyen olarak algılamaları sayesinde de ortalık iyice karışıyor.

Şişman, basiretsiz bir kadına emanet edilmiş koca bir "reich", propaganda için müthiş birer silah olabilecekken yemek tarifleri gibi saçmalıklarla yüce Alman halkının beynini yıkayan teknolojik aletler, Almanya topraklarında yaşayan pek çok Türk ve memnuniyetsizliğini, şaşkınlığını veya öfkesini oldukça açık bir dille belirttiği pek çok durumla karşılaşan Hitler'in günümüz dünyasının işleyişi konusundaki yorumları ve nokta atışı tespitleri, Er Ist Wieder Da'yı sıradan bir komedi filmi olmanın ötesine taşıyor. Tabii bu noktada filmin aslında bir kitap uyarlaması (Aynı isimli, Timur Vermes imzalı) olduğunu belirtmek gerek. Bu komedi/gerçeklerin yüze vurulması durumu da böylece daha net açıklanıyor.


Der Untergang'dan beri gördüğüm en iyi Adolf Hitler karakteri oyuncusu seçimi ("cast" yazıp geçmemek için atılan taklalar) ve çok kaliteli esprileriyle uzun süre hatırlayacağım bir film oldu Er Ist Wieder Da. Bir de filmle ilgili şöyle bir detayı da belirtmeden geçmeyeyim: Adolf Hitler karakterine bürünmüş bir adamı Almanya sokaklarında dolaştırmak, turistlerle ve halkla iletişime sokmak bile büyük olay. Filmde küçücük de olsa bir bölümde bu olayı görüyoruz. Film çekimi olduğundan habersiz bir sürü insan, karşısında Adolf Hitler kılığında birini görüyor ve verdikleri tepkiler birebir filmde yer alıyor. Sadece bunu görmek için bile izlenir. Bizde olsa nasıl olurdu konusuna hiç girmeden diğer filme geçiyorum.

* * *

Tanıtacağım 2. film ise aslında alabildiğine ciddi ve Er Ist Wieder Da ile karşılaştırılacak ya da aynı yazı içerisinde yer alacak bir film değil kesinlikle. Zira En man som heter Ove, ya da diğer adıyla A Man Called Ove, İsveç'in bu seneki Oscar Ödülleri yarışındaki en güçlü adayı olan, Jack Nicholson'ın "About Schmidt" veya Clint Eastwood'un "Gran Torino"' filmleriyle arasında hayli benzerlikler barındıran enfes bir film.

Eşi vefat etmiş, huysuz ve yaşlı Ove'nin yaşamına odaklanan film komedi/drama dengesini çok iyi tutturmuş bir seyirde ilerliyor. Yüce gönüllü, büyük bir kalbe sahip (inside joke haha) Ove'nin huysuzlukları, bu davranışlarının sebepleriyle beraber perdeye yansırken aslında içten, samimi bir sinema için gerekli olan şeylerin ne kadar basit olduğunu görmemizi de sağlıyor. Ove'nin prensipli, saygın yaşamı izleyeni içine alıyor ve her ne kadar biraz ağır ilerlese de samimiyetiyle sarıp sarmalıyor.


Özellikle geriye dönüşlerde hissedilen, belki bir İskandinav filminden beklemeyeceğiniz yumuşacık bir dünya, insanın kalbini özlemle dolduran muazzam bir aşk ile zaman zaman gözlerin dolmasına neden olacak bir yaşamı gözler önüne seren En man som heter Ove, aldığı yüksek puanların ve olumlu eleştirilerin tamamını ve şahsi fikrime göre daha da fazlasını hak ediyor. Oscar alır mı bilmem ama Ove-Sonja aşkı şimdiden benim beyaz perdedeki favori aşk hikayelerimden bir tanesi oldu. Çok, çok güzel bir film bu.

Şimdilik bu kadar. Umarım ileride herkes kendi Ove'sini, kendi Sonja'sını bulur ve her zaman orada olmaya devam edecek kendi Hitler'ini...Ya çok alakasız bu filmler, ben nasıl bunları bağlayıp mesaj vereyim şimdi.

Mutlu günler!

19 Aralık 2016 Pazartesi

Don't Think Twice

Selam. 2. yarısına ancak yetişebildiğim için 2016 yılından hala izlemeyi çok isteyip fırsat bulamadığım filmler oluyor. "Don't Think Twice" da aslında Haziran'dan beri sağda solda gördüğüm, merak edip durduğum bir filmdi ama nihayet izledim ve gerçekten de ortamlarda övüldüğü kadar varmış.



Daha önceden kendisinin yazdığı "Your Sister's Sister" izleyip pek beğendiğim Mike Birbiglia bu defa işin her aşamasında yer almak istemiş olacak ki yazmış, yönetmiş ve oynamış. İlk kez 2012 yapımı "Sleepwalk With Me" ile yönetmenlik koltuğuna oturan Birbiglia alışkın olduğu ve iyi bildiği sularda kalmayı tercih ederek yine komedi ve stand-up üzerinden ilerlemiş çok da iyi etmiş.

Güzel ama kekremsi hislere ithafen: 



Doğaçlama komedi/tiyatro gösterileri düzenleyen bir grup arkadaş arasında yaşananlara odaklanan filmde yaratıcılık isteyen, ekip çalışmasına dayalı işlerle uğraşanların çok rahat empati kurabileceği bir dil söz konusu. Mike Birbiglia'nın hali hazırda bir stand-up komedyeni olması ve konuya hakimiyeti sayesinde Dont Think Twice'ın neredeyse belgesele kayacak düzeyde bir gerçekliğe sahip olduğunu da eklemek gerek.

New York'lu bu grubun arasındaki güzel kimya ve arkadaşlık, grubun içinden birinin diğerlerinin de hayalleri arasında olan "Weekend Live" televizyon programında yer alma şansı yakalamasıyla dağılmaya başlıyor ve kısa süre içerisinde tek tek kendi başarısızlıklarına odaklanan grup üyeleri hep beraber ortaya çıkardıkları şeyin önemini kavrayamayacak noktalara sürükleniyorlar. 


Bu basit özetin ve görünen hikayenin arkasında ise çok daha genel ve ciddi bir düşünce yer alıyor. İnsanın zor zamanında, kötü gününde destek olmak kolaydır fakat yakın çevrenizden biri başarılı olduğunda aynı şekilde destek olmak, takdir etmek o kadar da kolay olmayabilir. Bu düşünceden yola çıkan Birbiglia oldukça realist bir bakış açısıyla, hikayenin en sert anlarını, en sert sahneleri "sahnede" vererek müthiş bir denge tutturmuş. Kısaca Don't Think Twice'ın oldukça komik olduğu anlar var ancak kesinlikle mutlu bir film veya salt bir komedi filmi değil. 

Filmin bir başka özelliği de bazı diyalogların filmin doğasına uygun olarak doğaçlama bir şekilde ortaya çıkması. Yani aslında filmde sahneye çıktığı zaman doğaçlama yapan oyuncular aslında sahne dışında da doğaçlama yapıyorlar çoğunlukla. Böyle bir metodun işe yarayabilmesi için en iyi ihtimalle müthiş bir kimyaya ihtiyaç var ki filmin her yerde çok yüksek puanlar ve olumlu eleştiriler almasının ardında yatan şey biraz da ekibin arasındaki kimya. Bir de elbette New York'ta, Chicago'da yer alan Improv ekipler ve gösterilerle arasındaki benzerlikler var ancak biz bu benzerliği Ankara'da oturduğumuz yerden pek test edemiyoruz. Lan.:(

Amerikan bağımsızı denen hadise her sene birbirinden enfes işler ortaya koymaya devam ediyor. Başarının ilişkileri nasıl değiştirdiği, insan iletişiminde "Hayır ama, bak şimdi," gibi başlayan karşı ataklar yerine karşıdakinin söylediğine katkıda bulunacak cümleler kurabilmenin önemi ve çok daha fazlası üzerine enfes bir film yapmış Mike Birbiglia. Süper kahramanları, çok güzel adam ve kadınları ve üç boyutlu gözlüklerimizi zaman zaman bir kenara bırakıp gerçek sinemaya da göz atmak lazımı. Don't Think Twice da olabildiğince gerçek bir sinema eseri. Ayırt etmeksizin herkese naçizane tavsiye.

Mutlu günler!


P.S: Canım Gillian Jacobs, canım.