14 Mart 2017 Salı

2016 Günlükleri - 1

Selam. Uzun süredir burada gevezelik etmediğimi fark edip açığı kapatmak için uzunca bir yazıyla karşınızdayım. Bu defa 2016 yapımları arasından türlü sebeplerle çok sevdiğim bazı filmleri övmeyi planlıyorum. 2016 listeleri yapmak için biraz geç belki ama güncel olarak sinemayı takip etmeyenler için bir faydası olur ve "bir film izlesek ama ne izlesek acaba," diyenlere ilaç olur belkim.

Bu yazının eşlikçisi de bu olsun: 



Her türden en az bir film eklemeyi gözeterek hazırlamaya çalıştığım listeye dalıyoruz hazırsanız. Hadi bakalım:

DON'T BREATHE

2013 yılındaki EVIL DEAD ile yeteneğini ispatlayan Fede Alvarez'in kendi kimliğini oluşturmasına yardımcı olacağına emin olduğum Don't Breathe, senenin en iyi gerilim filmlerinden bir tanesiydi. Hem "Bir amaç doğrultusunda A noktasından B noktasına giden bir grup insanın B noktasında karşısına çıkan tövbe tövbe şeyler," sığlığının ötesine geçebilen senaryosu, Alvarez'in geniş planlarıyla insanı daha geren görsel vizyonu ve alttan alta modern yaşam eleştirisiyle beraber gerilim-korku türünü sevenler için bence kaçırılmaması gereken bir film Don't Breathe. Biraz da kısırlıktan olduğunu gözardı edemesem de senenin gerilim-korku türündeki en iyi filmlerinden biri.

THE NICE GUYS



Neredeyse hiç reklamı yapılmadan, hiçbir beklenti yaratılmadan çıkan bir filmdi The Nice Guys. Belki biraz da bu sebepten bu kadar sevildi. Hiç beklemediğimiz bir filmle çok güldük, çok eğlendik. Russell Crowe ve Ryan Gosling arasındaki müthiş kimya ve Shane Black'in doğru hamleleri, çok geçmişte kalmış unutulmaya yüz tutmuş "zıt karakterli iki polis/dedektifin birlikte çalışma zorunluluğu" üzerine kurulan aksiyon-komedi türüne müthiş bir soluk getiriyor. Tabii daha modern bir bakış açısıyla bu karakterler daha renkli bir hale getirilmiş. Kısacası senin en rahat izlediğim ve en çok eğlendiğim filmlerinden biri oldu The Nice Guys. Umarım bu ekip bu işin devamını getirir.

MANCHESTER BY THE SEA

Doğrusu Casey Affleck'i gerçekten de pek sevmiyorum. Jesse Eisenberg ile beraber sinemanın en mıymıy, en düşük enerjili ve en düz oyunculuğuna sahip olan Casey Affleck nereden baksanız kendine has bir aktör. "Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford" gibi filmlerdeki performansını epey sevsem de performansını hep aynı temele dayandırması beni bayıyor. Fakat Manchester by the Sea için durum biraz karışık.

Bir defa resmen Casey Affleck gelsin oynasın diye yazılmış bir karakter var elimizde. Hayatın sillesini yemiş, "Vur, bir damla kanı akmaz," denilecek bir halde ve sanki ruhu emilmiş gibi bir karakter bu. Yani Casey Affleck, haha. Şaka bir yana, gerçekten de bazı roller bazı özel oyuncular için yaratılır ve Lee Chandler rolünü de bu dünyada Casey Affleck'ten daha iyi oynayacak biri olduğunu sanmıyorum. Zira Akademi de öyle düşünmüş olacak ki bu rol kendisine En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar getirdi.




Elbette sadece Casey Affleck üzerinden Manchester by the Sea konuşmak büyük bir haksızlık olur. Çünkü filmin senaryosu neredeyse kusursuz. Bu kadar düşük enerjili, bu kadar melodrama dönüşmeye açık bir öyküyü böylesine yumuşak ve sadece bir biçimde işlemek ve insanın içini baymadan perdeye aktarabilmek çok büyük bir hadise. Tabii, elbette insanın içi şişiyor, göğsüne bir film oturuyor ancak bu dram kör göze parmak şeklinde değil, yaşamın bir parçası olarak oldukça doğal bir akış halinde aktarılıyor. 


Böyle olunca da tabii filmin sonunda sıcağı sıcağına anlayamayıp "Yahu o kadar da yani, ne bileyim, şey değilmiş işte öyle o kadar," diyebiliyor, ancak üstünden zaman geçtikçe kolay kolay unutulmadığını ve içinize işlediğini fark edip "ya demek ki epey iyiymiş lan aslında," diyebiliyorsunuz. Müzikteki dinledikçe daha çok sevme durumu gibi, git gide büyüyen bir film Manchester by the Sea ve özellikle televizyonlarımızda ve sinemamızda görmeye çok alıştığımız, insana gına getiren vıcık vıcık melodramlar yazan arkadaşlar için ders niteliğinde bir film.

DEADPOOL

Doğrusu bu filmi izlemeyen birinin kalmış olmasına pek ihtimal vermiyorum. Yani gerçekten bunu kaçırmış olamazsınız? Hani 2016'nın Şubat ayında, Kıbrıs'ta askerlik yaparken çarşı izninde koşa koşa gittiğim ve sonraki haftanın, ne haftası yahu sonraki ayın müthiş geçmesini sağlayan Deadpool. Hani Ryan Reynolds'ı küllerinden doğuran, Green Lantern faciasını bile unutturan Deadpool. Yahu yok mu, hani şu 4. duvarın yıkılması hadisesini (yani ekrandaki oyuncunun doğrudan izleyiciyle iletişime geçmesi durumu) en iyi şekilde gerçekleştiren film olan Deadpool. Açık ara yılın en eğlenceli filmi olan Deadpool? Yok yok, yapmamışsınızdır öyle şeyler. Kesin izlemişsinizdir. Değil mi?



HUNT FOR THE WILDERPEOPLE

Aslında bu film hakkında uzun uzadıya konuştum zaten ama pek durmak istemiyorum. What We Do in the Shadows ile hayranlığımı kazanan ve takip listeme giren Taika Waititi'nin son marifeti olan Hunt for the Wilderpeople, senenin bana göre en iyi çocuk oyuncu performansını barındırmasının yanı sıra birbirinden eğlenceli referansları ve enfes mizah anlayışıyla Waititi'nin potansiyelinin ne kadar büyük olduğunu herkesin görmesini sağlıyor. Bunun hakkında çok bir şey söylemek istemiyorum, izlemeyen çok şey kaybeder. En-fes.

P.S. Waititi bu yıl çıkması beklenen Thor:Ragnarok filminin yönetmen koltuğunda oturuyor ve muhtemelen yerlerde gezen seriyi tekrar ayağa kaldırıp bütün dikkatleri üzerine çekecek. Umarım sonrasında Holywood ve büyük bütçelerin büyüsüne aldanıp bu tür işler yapmayı bırakmaz. 


KUBO AND THE TWO STRINGS

Zootopia ile birlikte yılın en iyi animasyon filmlerinden biri Kubo. Zaten Oscar yarışında da Zootopia'nın en büyük rakibiydi ama ne yazık ki kaptırdı. Paranorman ve Coraline gibi filmlerde çalışmış Travis Knight'ın ilk yönetmenliği olan Kubo, stop-motion ismi verilen ve sadece gerçek ruh hastalarının ilgilendiği bir animasyon tekniği ile çekilen bir film. Devasa setler, binlerce maket ve binlerce tekrar çekim...Hiçbir zaman insanların nasıl buna sabrettiğini anlamayacak olsam da tabii ki ortaya çıkan harika filmlerden yattığım yerden aşırı keyif almaya devam edeceğim. Zaten ya ne olacaktı, değil mi?



Klasik bir kahraman yolculuğu öyküsünü, başı-sonu belli bir hikayenin sıkıcılığını aşarak anlatmayı başarıyor Kubo. Bunu da uzak doğu kültüründeki kendiyle ve dünyayla barışık olma halinin dinginliği, birbirinden tatlı karakterleri ve harika atmosferiyle başarıyor. Elbette seslendirme kadrosundaki Charlize Theron, Matthew Mcconaughey, Rooney Mara ve Ralph Fiennes gibi isimlerin başarısı gözardı edilemez. Bir arkadaşın dediği gibi eğer ben de Matthew olsam tüm sosyal medya hesaplarımda yer alan profil fotoğrafımı "Beetle" ile değiştirirdim. O ne güzel bir karakter öyle ve o nasıl başarılı bir seslendirme öyle.

Beatles bile içeren müzikleri (en azından "While My Guitar Gently Weeps" yorumunu mutlaka dinleyin), "herkesin bir hikayesi olmalı," kadar iyimser ve güzel mesajı ve daha pek çok tatlışlığıyla senenin en iyi animasyon filmiydi Kubo and the Two Strings. Evet, Zootopia da müthişti ama kusura bakmasın. Burada taş gibi Kubo var.

BUSANHAENG



Çin işi Japon işini görüp direkt kaçacaklar için bir de bunun bir zombi filmi olduğunu söyleyeyim baştan da, biz kalanlarla devam edelim. Busanhaeng ya da İngilizce adıyla "Train to Busan", Güney Kore'li yönetmen Sang-ho Yoen'i takip listeme aldırmaya yetti de arttı bile. Beyin emikleme sevdalısı zombilerden canını kurtarmak için trene atlayıp kurtarılmış bölgeye doğru yardırmayı planlayan bir grubun...Yahu zombi film işte, ne anlatıyorum ben de iki saat haha. 

Doğrusu türe herhangi bir şey kattığı söylenemez ve baba-kız dışındaki karakterlerin sığlığından, zombi virüsünün nasıl ortaya çıktığıyla hiç ilgilenmemesinden filan dem vurulabilir elbette ama tüm eksikliklerini sonu gelmeyecekmiş gibi duran aksiyon-gerilim sahneleriyle kapatabiliyor Train to Busan. Sürekli diken üstünde ve sürekli bir kovalamaca halinde geçiyor film. Bu nedenle de pek bir şey sorgulamaya vakit bırakmıyor zaten. Üstelik bu esnada da fedakarlıklar ve dozunda bir duygusallık ile kendince bencillik yeriyor. Daha ne olsun.

"Girl with all the Gifts" ile birlikte (hatta o türe getirdiği yeni bakış açısı ile bir tık daha iyi) yılın en iyi zombi filmi. Zombi sevenler pizzasını birasını alsın, kanepesine yayılsın ve 2 saat sürecek bir kovalamaca için son hazırlıklarını yapsın.

LOVE & FRIENDSHIP

Neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Aslında bu tip Viktoryan dönem filmlerinden pek hoşlanmam ve "Boleyn Kızı" gibi şeyler izlemeye çalışırken sık sık uyuyakaldığım doğrudur. Fakat bu bildiğimiz gibi değilmiş dostları, hatta hiç bilmediğimiz gibiymiş a dostlar.

Ender görülen bir doğa olayı olarak karşımıza çıkan, olanca güzelliği ve müthiş aksanıyla yere göğe sığdırmayı başaramadığım Kate Beckinsale'in omuzlarında yükselen Love&Friendship, ünlü yazar Jane Austen'in "Lady Susan" isimli öyküsünden yola çıkıyor. Fakat ismi bir başka Jane Austen hikayesinden alınma. Kısacağı ismi bile abuk, haha.

Çoğu yerinde durdurmak zorunda kalıp kahkahalar attığım bir dönem filmi Love&Friendship. Yeni dul Susan'ın bir süreliğine akrabasının yanına yerleşmesi ve burada kendisine yeni bir eş araması üzerine dayalı bir öyküsü var.

Sağda solda "Ya bu ne şimdi?" minvalindeki yorumlara bakıp aldanmayın sakın. Diyalogların mümkün olabildiğince tuhaf olmasına özen gösterilen, her anında "ben tüm bu şaşalı ortamları zerre ciddiye almıyorum aslında," mesajı veren ve Kate Beckinsale'in harika (doğrusu Kate Beckinsale'in rol de yapabildiğini unutmaya başlamıştık) performansı ile unutulmaz bir hale gelen bir film Love&Friendship. Doğrusu senaryo tamamen Jane Austen'e mi bağlı bilmiyorum ama öyleyse de Austen'in bu kadar komik olabileceğini hayal bile etmezdim. Üstelik tamamen absürt bir film de değil; mizahi yönü kuvvetli olmasına rağmen romantizm ve dramayı da gayet etkili ve yeterli bir dozda tutmayı başarıyor. 

Ne olduğunun farkında olması ve Kate Beckinsale'in mükemmel Susan portresi ile Love&Friendship'i türden ve hatta yazardan bağımsız herkese tavsiye ediyorum. 



Eh, şimdilik burada duralım. Yakın zamanda bu serinin 2. bölümü için tekrar bir şeyler karalamaya çalışacağım.

Mutlu günler!





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder